Gerçeğin rüyası*

o vakıt

 

Yaşanmış veya gözlenmiş hayatların izlerini sürerek bambaşka bir dünya yaratmak, şüphesiz ki özgün bir edebiyat dili oluşturabilmenin önkoşullarından. Yazarın kendi hayatından yola çıkarak ortaya koyduğu yapıtlarda yaşamın gerçekliğine dokunan ayrıntılar keşfetmemiz, bu yaklaşıma iyi bir örnek sayılabilir. Sahici bir metin üretmenin türlü yolları olsa da kişisel deneyimlerden damıtılarak ortaya konmuş eserler, okur üzerinde daha güçlü ve çarpıcı bir etki bırakır. Dolayısıyla edebiyattaki yetkin eserlerin büyük çoğu, yaşamı ve yazdıkları arasında büyük benzerlikler taşıyan yazarların kaleminden çıkmıştır da diyebiliriz. Yazının gücü yaşamak ve görmek yetileri etrafında şekillendiğine göre, kurmacanın gücü de bu iki kavramın kesişimi veya uzantısı şeklinde ilerler. Jean Genet’yi, Oscar Wilde’ı, Yaşar Kemal’i veya William S. Burroughs’u başka türlü açıklamak mümkün olmazdı herhalde. Bu durumu yazarın, yazmaya bildiği konudan başlaması şeklinde de özetleyebiliriz.

Edebiyatımızın en verimli yazarlarından olan ve hemen her yıla bir kitap sığdıran Cemil Kavukçu da iyi bildiği konuları kaleme alan yazarlar arasında. Başından beri umutsuz aşkları, taşra hayatının yalnızlığını ve oradaki sıradan hayatları keskin bir gözlem gücüyle anlatan Cemil Kavukçu, yeni öykü toplamı O Vakıt Son Mimoza’da da yine küçük bir yerleşim yerine, kitaptaki açık adresle Bursa-Karacabey Karayolu’nun 35. Kilometresinde, Apolyont Gölü’ne bakan bir tepeye kurulu İkizce köyüne götürüyor okurunu. Küçük yerlerdeki küçük hayatları ve bu hayatlardan sızan büyük boşlukları ustalıkla ifade eden Kavukçu, İkizce’de yine benzer bir hayatla tanıştırıyor bizi. Aslında köy ve kent arasında bir anlamda mahsur kalmış karakterlerini bize tanıtırken mekânların ıssızlığıyla karakterin çaresizliğini bütünleştiriyor ve ortaya hüzünlü bir hayat fotografı çıkarıyor da diyebiliriz.

Tıpkı bir önceki kitabı Üstü Kalsın’da yaptığı gibi birkaç öykünün iç içe geçtiği ve aynı hikâyeyi çeşitli bakış açılarıyla kurduğu anlatım tarzını O Vakıt Son Mimoza’da da uyguluyor yazar. Bütünsel açıdan birbirine bağlı olan ‘O Vakıt’, ‘Fidan’ ve ‘Dörtgen’ ismindeki bu üç öykünün hacimsel olarak da kitabın neredeyse yarısını kapladığını belirtelim. Dolayısıyla öykülerdeki bu ortak temayı göz önüne alarak ilk üç öykünün kitabın temel izleğini ve esas meselesini de ortaya çıkardığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Öyküde yer alan olayları çeşitlendirerek anlatıma derinlik kazandıran bu yazım biçimi, köşede kalmış ayrıntıları yeri geldikçe hatırlatması ve büyük resme etraflıca bakabilmemize fırsat vermesiyle de önemli.

O Vakıt Son Mimoza’da anlatılan ve bir dostluk hikâyesi başlığıyla özetleyebileceğimiz bu hayatlar, yazarın belki de en hüzünlü öyküleri olarak çıkıyor karşımıza. Öykülerdeki karakterlerin birbirleriyle olan ilişkilerine tanıklık ettikçe öykülerin bütününde yer alan yalnızlık duygusu gittikçe derinleşip yerini daha büyük bir duyguya, umutsuzluğa bırakıveriyor. Karakterlerin duygu dünyalarındaki bu büyük sarsıntıyı tetikleyen unsurların başında yaşadıkları coğrafyanın ıssızlığı geliyor şüphesiz. Yaşamın akışına dâhil olamayan başka yalnızlar gibi onlar da yabancı bir kasabada, yani hayatın merkezinden çok uzakta yaşıyor. Cemil Kavukçu’nun önceki öykülerinde de sıkça karşılaştığımız bu coğrafyayı, yazarın doğup büyüdüğü İnegöl’den hareketle betimlediğini düşünebiliriz. Cemil Kavukçu öykülerini okuduğumuzda doğduğu toprakları, o toprakların insanlarını ve hikâyelerini iyi tanıyan, bu durumu içselleştirip kendi öykü evreninde yeniden ortaya koyan yazarın dünyasını daha iyi anlayabiliyoruz böylece.

İç içe geçen bu öykülerdeki umutsuzluk duygusunu pekiştiren bir diğer etmen de karakterlerin birbirleriyle iletişim halinde olduğu mekânlarda gizli.

Aynı sınıfsal statüdeki insanları sebepsizce bir araya getiren Mimoza Meyhanesi, kasabalıların sıkıntılarını ve yaşam karşısındaki çaresizliklerini anlayabilmemiz açısından önemli bir mekân. ‘O Vakıt’ adlı ilk öyküde karakterlerin tamamına aynı mekânda, Mimoza Meyhanesi’nde rastlıyor ve onlar hakkında genel bir izlenim ediniyoruz. Burada iki baskın karakter olarak  Rasim Bey ve Sabri Bey’i tanıtıyor bize yazar. Öykünün aynı zamanda anlatıcısı olan ressam Rasim Bey, içki içecek parası kalmadığında, önündeki peçetelere meyhanenin diğer müdavimlerinin portrelerini çiziyor ve karşılığında ücretsiz içki alıyor. Sabri Bey’se ötekiler gibi olmayan, maddi durumunun iyi olduğu her halinden anlaşılan ve içki içtiği süre boyunca kendi kendine konuşup hikâyeler anlatan biri. Tuhaf bir olayın ertesinde bu iki karakterin yakınlaşmasına ve araya ölüm girinceye kadar dost kalmalarına tanıklık ediyoruz. Burada, alkolik olan Rasim Bey’in yaşama tutunma mücadelesi, öykünün düğüm noktasını belirliyor. Yaşama tutunma ve ölümü karşılama biçimleriyle hayata farklı bir bakış sunan bu iki dostun hikâyesi, O Vakıt Son Mimoza’nın en hüzünlü hikâyesi olarak çıkıyor karşımıza.

UZAK BİR ADA HİKÂYESİ

O Vakıt Son Mimoza’da, yazarın hüzünlerle örülü öykülerinin dışında birçok hayal kahramanının aynı gemide bulunduğu ve fantastik bir macera içinde geçen, düş ile gerçeğin zaman zaman karıştığı, iç içe geçtiği öyküler de yer alıyor elbette. Sıradan insanların yaşamlarından kesitler sunan Kavukçu, Düşkaçıran’da yaptığı gibi mekân ve zaman algısının yer değiştirdiği, birbirinde kaybolduğu ve başka zamanların öyküleriyle her an macera dolu serüvenlere yelken açabileceğinin sinyallerini veriyor okura. “Nasıl Olsa Gideceksin” adlı öyküde yer alan rüya sahnesi,  çizgi romanlardaki büyülü dünyayı büyük bir gerçeklikle bize sunması bakımından buna güzel bir örnek. Öyküde yer alan karakter, yalnızca rüyasında gördüğü bir adaya gitmek üzere yola çıkıyor ve kısa bir süre sonra kendine yol arkadaşları ediniyor. İsminin sonradan Cemil Kavukçu olduğunu öğreneceğimiz bu karakter, Aleksi Zorba’ya, Yeşilçam’ın usta aktörlerinden Faik Coşkun’a, Red Kit’e, Hikmet Benol’a ve Raskolnikov’a kadar türlü isimle karşılaşıyor ve her defasında adaya varmak üzereyken uyanıyor. Bu sahneyi okurların kitaplarla kurduğu gizemli ilişkiye benzetirsek edebiyatın sihirli gücünü düş ile gerçeğin birlikteliğinden aldığını da kabul etmiş oluruz.

Zaten edebiyat dediğimiz şey de gerçeğin rüyasından başka nedir ki?

 

Fantastik ve hüzünlü öykülerin kol kola ilerlediği O Vakıt Son Mimoza’yı Cemil Kavukçu’nun öykü evreninde önemli bir durak veya geçiş noktası olarak yorumlamak mümkün. Yazarın bundan sonraki yol haritasını kestirebilmek ve atılacağı serüvenlere önceden tanıklık etmek için de iyi bir fırsat belki.

 

Cemil Kavukçu/ O Vakıt Son Mimoza/ Can Yayınları/ 96 s.

*Bu yazı, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki’nin 24 Aralık 2015 tarihli 1349. sayısında yayımlandı.

 

Reklam

Eşcinsel Edebiyatta Tür ve Tema Ayrımı*

page_escinsel-edebiyatta-tur-ve-tema-ayrimi_041628972

 

 

Sanat verimleri içerisinde çeşitli sınıflandırmalar yapmak, her şeyden önce sanat bilgisinin tarihsel yolculuğunu ortaya koymak için gerekli bir çaba sayılabilir. Birbirleriyle ortak temas halinde olan sanat eserlerinin gerek sanat takipçileri gerekse sanat tarihçileri tarafından türlere ayrılmasının temel gerekçelerinden biri, yeni yapılanmalara alan açmak ve belirgin bir üslup anlayışını tüm hatlarıyla ortaya çıkarabilmektir. Söz konusu edebiyat olduğu zaman bu sınıfsal merak daha da farklılık gösterir.

Edebiyatı, en kaba hatlarıyla “Dünya Edebiyatı” ve “Yerli Edebiyat” gibi iki başlık altında toplamak, dil farklılıklarının ortaya çıkardığı zorlukları en aza indirebilmek için yapılmış iyi niyetli bir ayrım olarak düşünülebilir. Bu iki genel başlığı doğru bir merkez kabul edip “Yerli Edebiyat” çizgisi üzerinden ilerlersek, karşımıza çok daha farklı arayışlar ve türler çıkacaktır. Özellikle dil devriminden sonra yerli edebiyat eserlerinde farklı arayışların, farklı biçimsel denemelerin olduğunu açıkça görebiliriz. Etkili bir dil ve yeni bir ses oluşturabilme kaygısı taşıyan yazarlar, Batılı anlamda eserler üretebilmenin heyecanı ve tutkusuyla böyle bir çaba içerisine girmişlerdi. İşte yerli edebiyatımız içerisindeki ilk sınıflandırma da bu dönemlere denk düşer. Kimi edebiyat eleştirmenleri benzer konulara değinen yazarları bazı akımların içerisinde değerlendirmiş ve ortaya türlü türlü başlıkların çıkmasına neden olmuşlardı. Genel hatlarıyla benzerlikler bulunsa da bu edebiyat verimlerinin güçlü bir akım geleneği oluşturduğunu ifade edemeyiz elbette. Çünkü böylesi bir akımdan söz edebilmek için öncelikle süreklilik gerekir. Özgün ve modern eserler üreten her yazarı bir akımın temsilcisi olarak göstermekle, her şeyden önce edebiyatımızın onlarca akımla sürüklendiğini kabul etmiş oluruz. Güçlü bir edebiyat akımının tam anlamıyla ortaya çıkamamasının gerekçesi olarak tür ve tema kavramları arasındaki belirsizliği ifade edebiliriz burada.

Edebiyata dâhil

Günümüzde sıkça tartışılan eşcinsel edebiyatı, bu belirsizliği işaret etmek için yerinde bir örnek sayılabilir. Öncelikle bu edebiyatın tanımını yapmak gerek. Böyle bir edebiyat var oldu mu? Tür ve tema arasındaki ayrımı yapmadan, bu şekilde bir genellemenin içerisinde bulunmak son derece temelsiz olur. Edebiyatı klasik anlamda tarihsel süreçlerine göre ayırmak belki bir yöntem sayılabilir, fakat ‘eşcinsel edebiyatı’ gibi bir sınıflandırma yapmak, bu şekilde bir ayrımın içine sürüklenmek oldukça iddialı bir yaklaşım. Kimi eserler tematik olarak benzerlik gösterebilir, bu kaçınılmaz. Böylesi bir benzerlikten hareketle yeni bir türün ortaya çıktığını veya yeni bir akımın oluştuğunu söylemekse oldukça güç.

Edebiyatta yer alan eşcinsellik kavramı bu anlamda bir tür değil, temadır. Tür ve tema konusundaki kavram karmaşasını toplumcu-gerçekçi yakıştırması üzerinden inceleyebiliriz. Kimi sanat tarihçileri veya eleştirmenlerine göre edebiyatımızda ‘toplumcu-gerçekçi’ bir tür vardır ve Yaşar Kemal, Nâzım Hikmet, Orhan Kemal, Sabahattin Ali gibi yazarlar da bu akımın sözcüleridir. Oysa bu saydığımız isimler, yazdıkları eserlerde böylesi bir türe ait olmak ve bu türün gereklerini yerine getirebilmek gibi bir çaba içerisine girmemişlerdir. Toplumsal meseleler, siyasi rantlar veya kırsal hayatın zorlukları gibi konular, bir türün varlığını ortaya koymaz. Kaldı ki, tek bir türün içerisine sığdırılmaya çalışılan bu yazarlara baktığımız zaman, her birinin bambaşka eserler ürettiğini rahatlıkla görebiliriz. Bundan dolayı sözünü ettiğimiz yazarların ortak bir türe ait olamadığını kabul etmeliyiz. Evet, Yaşar Kemal de bu konuları eserlerine dâhil etmişti, ama onun yaptığı edebiyata toplumcu-gerçekçi edebiyatı değil, Yaşar Kemal Edebiyatı demek daha yerinde bir tanım olur. Aynı şekilde küçük İskender’in yaptığı edebiyata da ‘eşcinsel edebiyatı’ değil, ‘küçük İskender Edebiyatı’ demek daha tutarlı olacaktır. Bu örnekten hareketle ‘eşcinsel edebiyatı’nın bir tür olmadığı sonucuna varıyoruz.

Peki, edebiyatta yer alan eşcinselliği tümüyle yok saymak mümkün mü? Böyle bir yaklaşım elbette söz konusu olamaz. Hayatın içinde olan her durum edebiyata dâhildir. Eşcinsellik kavramı da bütün doğal akışı içerisinde edebiyatın konusu haline gelebilir. Burada önemli bir ayrım yapmakta fayda var şüphesiz. O da, bir edebiyat eserinin belki de iki türe ait olup olmamasıyla ilintilidir: İyi eser, kötü eser. Ne yazık ki, günümüzde eşcinselliğin konu edildiği kitaplar, ‘eşcinsel edebiyat’a dâhil ediliyor. Oysaki bir eseri nitelikli yapan şey, ele aldığı konulardan öte, o konuların işleniş biçiminde, anlatma yönteminde aranmalıdır. William S. Burroughs eşcinselliği anlattığı için iyi bir yazar değildir. Kitaplarındaki olağanüstü kurguyla, dildeki biçimsel arayışlarla ve geliştirdiği cut-up tekniğiyle zaten yenilikçi bir yazardır Burroughs. Aynı örnekler yerli edebiyatımız için de geçerli. Eşcinselliğin konu edildiği metinlere Bilge Karasu’da, Sait Faik’te, Murathan Mungan’da, Selim İleri’de, Attilâ İlhan’da rastlayabiliriz. Fakat bu yazarları ‘eşcinselliği anlatan yazarlar’ olarak nitelemek son derece yanlış bir yaklaşım. Bu bakış açısı ne yazık ki sanatın diğer dallarında, özellikle sinemada da karşımıza çıkıyor. Dünya genelinde Eşcinsel Filmleri Festivali adı altında etkinliklerin düzenlendiği bilinen bir gerçek. Evet, Pedro Almodóvar eşcinsel temalı filmler çeken bir sinemacıdır, fakat Kötü Eğitim her şeyden önce benzersiz bir sinema şaheseridir. Dolayısıyla gerçek ve nitelikli bir sanat eserinden söz edebilmek için eşcinsel filmleri/kitapları yoktur, eşcinsel temalı filmler/kitaplar vardır diyebiliriz.

Mutlu Bir Hikâye Yok

Tam bu noktada, eşcinselliği konu edindiği halde ‘nitelikli’ olmayan eserlerin, eşcinsel yaşamın olağanlaşması ve toplum tarafından kabul görmesi konusunda bir katkı sağlayıp sağlamadığı sorusu ortaya çıkıyor. Bu soruya olumlu bir yanıt vermek oldukça güç. Açıkçası bu konunun etraflıca düşünülmesi ve toplum tarafından kabul görmesi için hâlihazırda başkaca kaynaklar ve imkânlar mevcut. Sempozyumlar, yazılı bildiriler, konferanslar ve akademik çalışmalar eşcinselliğin ne olduğu ya da ne olmadığı konusunda yeterli bilgi verecektir. Gerçek edebiyatın meselesi bu olmamalıdır. Yine de yerli edebiyatımızda eşcinsellik konusunun fazlaca işlenmediğini belirtmekte fayda var. Bu konunun ‘marjinal’ bir bakışla değerlendirilmesi, eşcinselliğin sıkça ele alınan bir konu olmasını engelliyor elbette. Edebiyatın dışında değerlendirirsek, eşcinsel yaşamın marjinal hayatlarla birlikte anılması bile yanlış bir tutum oysa. Böyle bir varsayımda bulunarak toplumun büyük bir kesimini marjinal olarak niteleriz. Kaldı ki, bilimkurgu romanları bu anlamda daha marjinal bir bakış sağlar okuyucuya. Tabii, yerli edebiyatta eşcinselliği konu edinen ve edebî olarak da nokta atışı sayabileceğimiz eserler mevcut. Murathan Mungan’ın Son Istanbul’u, Bilge Karasu’nun Kılavuz’u, Niyazi Zorlu’nun Hergele Âşıklar’ı, Sibel Torunoğlu’nun Travesti Pinokyo’su, Hülya Serap Doğaner’in Leylâ ile Şirin’i yalnızca birkaç örnek. Özellikle Ahmet Tulgar’ın eserleri, eşcinselliğin yoğun olarak ele alındığı başlıca kitaplar arasında. Hele böyle bir edebiyatın iskeleti, belkemiği, ciğerleri olan bir küçük İskender edebiyatından söz etmemek olmaz.

Eşcinsellik kavramı her ne kadar marjinal bir konu olarak kabul görse de, eşcinselliğin ele alındığı eserlerde büyük bir artışın olduğunu rahatlıkla belirtebiliriz. Böyle bir artışın temelinde baskılar ve önyargılar var şüphesiz ki. Yerli edebiyatımız için konuşursak,  eşcinselliğin anlatıldığı eserlerde mutlu bir hikâye yer almaz çoğu zaman. Bu durum toplumsal baskıların, dayatmacı anlayışın ve tek tip hegemonyasını dikte ettirmeye çalışan sömürgeci bir sistemin sonucudur. Oysa eşcinsel hayat tarzı, çok renkli ve çok inanışlı bir yaşam pratiği sunar. Mutlu çiftlerin, özgürce yaşayan sevgililerin anlatıldığı kitaplar veya filmler yok denecek kadar az. Batılı anlamda yoğun bir eşcinsel edebiyatının bizde olmamasının gerçek sebebi budur. Toplumun bu konuya olan duyarlığı arttıkça, eşcinsel yaşamın edebiyattaki karşılığının tümüyle değişeceğini düşünüyorum. O refah seviyesine ulaşırsak –ki oldukça zor görünüyor buradan- belki böyle bir edebiyat kurma çabasına da gerek kalmayacak. Eşcinselliğin toplum tarafından bütünüyle kabul görmesi, edebiyattaki yerine ve gücüne belki gölge düşürecektir. Ulaşmaya çalıştığımız gerçek refah seviyesi de tam olarak bu değil mi zaten?

 

*Bu yazı 7 Ocak 2016 tarihinde, K24 internet sitesinin ‘LGBTİ Edebiyatı’ kapsamında hazırladığı dosyada yayınlandı.