Doğaya akan bir hayat*

wa

15 Kasım 1959 gecesi Kansas’ta yaşanan ve bir çiftçi aile ile iki çocuğunun ölümüyle  sonlanan katliamın sebebini tüm ayrıntılarıyla öğrenmek ve bu konuda bir makale yazmak üzere yakın bir arkadaşıyla birlikte Kansas’a giden Truman Capote, oradaki yerel halkla ve katliamı gerçekleştiren iki adamla yaptığı konuşmalar sonrasında bu olayı haber yapmaktan vazgeçer ve bir roman yazmaya koyulur. Sebepsizce gerçekleşen bu eylemin altında neler olduğunu detaylarıyla –üstelik birinci ağızdan- öğrenen Capote, adına daha sonra “nonfiction” denilecek bir türde yazdığı “In Cold Blood (Soğukkanlılıkla)” adlı bu romanıyla gerçek ile kurgu arasındaki ince çizgiyi tamamen silerek yepyeni bir eser, bir  belgeselroman ortaya koyar böylelikle.
 
KİŞİSEL BİR BELGE
Dünya edebiyatında eşine az rastlanan bu çalışma, gerçek hayat ile kurmaca arasındaki yakın ilişkiyi tüm hatlarıyla ortaya çıkarması ve gerçeğin mi yoksa kurgunun mu daha acımasız olabileceğini göstermesi bakımından iyi bir örnek. Geçenlerde yayımlanan Waliz Bir adlı kitabında küçük İskender de bu düşünce etrafında dolanıyor; yaşadıklarını ve gördüklerini tamamen gerçek kişi ve olaylara dayanarak anlatmaktan sakınmıyor. Waliz Bir ile Soğukkanlıklıkla romanı arasında bu açıdan güçlü bağlar var ancak küçük İskender tamamen kendi hikâye ve deneyimlerini yazarak aynı zamanda kişisel bir belge sunuyor okuruna. Üstelik Waliz Bir’deki yazılar bir günlük bütünlüğünde ortaya konduğu için gerçeğin sarsıcı gücü daha net bir biçimde hissediliyor.
Bu ilişkiyi biraz daha netleştirmek için Kansas Katliamı’nı ve temelde Soğukkanlılıkla romanının yazılış sürecini anlatan Capote adlı sinema filmini de burada hatırlamak gerek. Filmin önemli bir sahnesinde Capote’nin yakın arkadaşı ona, katil Perry Smith’i sevip sevmediğini sorar ve yazardan ilginç bir cevap alır: “Biz onunla sanki aynı evde büyüdük. Ben evin ön kapısından çıktım, o ise arka kapısından.”
Waliz Bir’de küçük İskender de bu alıntıyı yapıyor ve ev imgesi üzerinden farklı bir konuya dikkat çekiyor.
Buradaki ev sözcüğünü genel anlamıyla toplum, ülke veya evrenle ilişkilendirmek mümkün. Tüm insanların aynı evde doğduğu fikrinden hareketle mutsuzluğun, hüznün, vahşetin, anlamsızlığın ve yabancılaşmanın ortak bir kanalda ilerlediğini ifade ediyor küçük İskender ve suçsuz bir kimse ile azılı bir caninin temelde aynı noktada durduğunu ve sadece yaşam karşısındaki tutumlarının gidecekleri yolu belirlediği sonucunu çıkarıyor. Şöyle diyor bir günlüğünde: “Sanatçı ve yaşadığı toplum aynı evde büyümüştür ve herkes bulduğu ilk delikten, açıktan, çatlaktan, bacadan dışarı çıkmıştır. Dışarı çıkamayanlar ise tıpkı rahimde ölüp anneyi zehirleyen bebek gibi bulunduğu coğrafyaya öfke kusarlar, çevrelerine olumsuzdurlar ve daha da kötüsü kendilerini de sevmeyi beceremezler.”
Waliz Bir günlüklerini okumaya başladığımızda küçük İskender’in hayatını ya da içinde bulunduğumuz dünyanın gerçeklerini farklı açılardan görmeye başlıyoruz. Öncelikle yatağını, sonra yaşadığı odayı, evini, içinde bulunduğu toplumu ve insanları büyük bir içtenlik ve öfkeyle resmediyor küçük İskender. Özel hayatının parçalarını birer birer ifşâ edip okuru da içinde bulunduğu çukura doğru hızla sürüklemeyi başarıyor ve yaşadığı ilişkileri, pişmanlıklarını, kaygılarını, yalnızlığını dile getirerek kabuğunda yaşayan bir canlı olmanın zorluklarını da göstermiş oluyor böylelikle. Bu açıdan bakıldığında kitapta yer alan günlüklerin belge olma özelliği biraz daha öne çıkıyor ve yazar hakkında öğrenilmek istenen hemen her şeyin burada gizlendiği ya da açığa çıktığı anlaşılıyor.
Waliz Bir’in belki de en önemli özelliği yazarı hakkında fazlaca bilgi vermesi ve küçük İskender’in yaşamını bütün çıplaklığıyla görebilmek için çok doğru bir kaynak olması. Belki de ileride küçük İskender için hazırlanacak bir belgesel ya da sinema filminin malzemelerini bu ‘valiz’in içinde bulmak mümkün.

YAŞAMIN İÇİNDEN
küçük İskender’in yaşamını biraz daha aralamak ve anlamak için kitabın neredeyse bütününde göze çarpan ve yazarın özellikle böcek dememeyi tercih ettiği karafatmaları da burada hatırlatmakta fayda var elbette. Karafatmaların yaşamında ne kadar büyük bir yer kapladığını büyük bir içtenlikle anlatan küçük İskender, 13 şubat 2016 tarihli günlüğünü şu cümleyle açıyor örneğin: “Yılın ilk karafatmasını saat 01.45 itibarıyla yakaladım.” Sonraki günlüklerinde de karafatmaların bütün evi nasıl işgal ettiğini, yatağına hatta bedenine kadar sokulduklarını anlatıyor. 24 ağustos 2016 tarihli günlükte şöyle diyor: “Geçen hafta salonda öldürmek için peşine düştüğüm karafatma sinsice dolanıp ani bir hareketle ‘çıplak’ göğsüme, oradan da yüzüme tırmanma girişiminde bulundu. Büyük olasılık, kin, intikam ve saldırı.”
Tabii burada Kafka’nın Gregor Samsa üzerinden kurduğu alegoriden ya da William S. Burroughs’un halisünasyonlar sonucunda gördüğü yapışkan ve korkunç böceklerden farklı bir gerçeklik var. Edebi bir lezzetin peşinde koşmadan var olan bir gerçekliği, yani yaşamın içinden bir ayrıntıyı ifade ediyor küçük İskender. Burroughs da her ne kadar gerçekleri ve gördüklerini yazan biri olsa da küçük İskender’in anlattığı dünyanın sahiciliği elbette daha çarpıcı. Belki de William S. Burroughs’un kabuslarında gördüğü böcekleri küçük İskender’in gerçekte gördüğünü belirterek iki yazar arasındaki benzerliği veya uzaklığı da bir ölçüde anlamış oluruz.
 
MESELE, YOLDA OLABİLMEK”
Waliz Bir’de bunların dışında bir de Jack Kerouc ve Yolda’sının etkisinden söz edebiliriz. Waliz Bir çıplak gerçekliği ile Capote’ye yakın durduğu kadar, devamlı olarak yol hazırlığından, yolculuktan söz eden Jack Kerouac’la da yakın bir ilişki içinde. Adından da anlaşılacağı gibi Waliz Bir’in çekirdeğinde uzun bir yol hikâyesi yer alıyor. Buradaki yol varılan bir yer veya sonuç anlamının ötesinde, hareket halinde olmaya, yani kısaca yolda olmaya daha yakın duruyor elbette. Kitaba ismini veren “Waliz” de bu anlamda yolculuğun temel eşyası gibi okunabilir. Valiz sözcüğüyle yapılan söz oyunu ilerleyen sayfalarda netleşiyor ama yolculuğun bitip bitmediği gibi bir cevaba ulaşamıyor okur.

Waliz Bir’le aynı tarihte çıkan ve deneme yazılarından oluşan “Her Şey” Ayrı Yazılır’da yolculuk konusunu daha etraflıca ele alıyor küçük İskender. Beat Kuşağı’nın önde gelen isimlerinden Jack Kerouac’ın kült romanı Yolda’yı örnek gösteriyor burada ve yol/yolcu/yolculuk ilişkisini kendi serüveniyle birlikte değerlendiriyor. Yolda adlı roman, sanılanın aksine bir yolculuğun hikâyesini anlatmıyor yazara göre. Yolda yaşananların, yani anlık olayların büyüsü, sahiciliği daha önemli çünkü. Şöyle diyor ‘yolcu yolunda en’gerek’ yazısında: “Mesele aksiyon değil, yolda olabilmek, adressiz, olağan, mülksüz ve o ânı yaşamaktır.”
küçük İskender’in yaşam karşısındaki tavrını bu cümleden anlamak, en azından hissetmek mümkün elbette. Yolun devamını görebilmek için her zaman hareket halinde olmak, bazen durup dinlenmek, ama asla geriye dönmeyi düşünmemek… Yolculuğun ilk kuralı budur belki de. Yani yazarın ifadesiyle “bir yere ulaşma sevdasını bırakıp, kinetik enerjiyi reddedip sadece ve sadece hareket halinde olmayı tercih etmek.” Üstelik yolda olmanın toplu bir bilinç gerektirdiğini ve ancak bu bilince sahip olan toplumların gerek sanatta gerekse hayatın öteki alanlarında başarıya ulaşmalarını mümkün buluyor küçük İskender. Jack Kerouac ve yol arkadaşlarının hep hareket halinde olması, onların bir kuşak hatta ekol olmasının en temel sebebi yazara göre. Bizdeyse böyle bir tavrın gelişmediğini, özellikle edebiyat alanında yolun başında olduğumuzu işte bu bilinç eksikliğine bağlıyor. Bu duruma “yolda kalmak” diyebiliriz sanırım. Yolun devamını görmek için çaba göstermeyenler hiçbir yol katedemediği gibi yolda olanları da savuruyor çünkü. Aynı yazının devamında şöyle diyor: “Bizde edebiyat bir önceki kuşağı yok saymak, hakkında dosyalar hazırlamak, onları aşağılayan yalanlar üretmek, kamplaşmak, dergiler/cemaatler çevresinde toplanmak, pofpoflamak, kayırmak, arka çıkmak, basit ürünlerle halk avcılığına çıkmak, çelme takmak üzerinden gelişmesini sürdürüyor.”
Waliz Bir’de yol hazırlığının hep devam ettiğini okusak da çıkılacak yolculuk konusunda yine de kesin ipuçlarına rastlayamıyoruz. Bu büyük hazırlık aslında var olan hayatı, yani içinde bulunduğumuz koşulları terk etmek anlamına geliyor bana kalırsa.
Gerçek ve sanal dünyanın gittikçe kirlendiği bir coğrafyada kaçmak için nereye sığınmalı peki?
Günlüklerin ilerlediği ve hızla aktığı o kaynağın doğa olduğu sonucu çıkıyor buradan. Doğaya dönmenin köklere dönmek olduğunu ve aradığımız saf gerçekliği yalnızca orada bulabileceğimizi işaret ediyor küçük İskender. 28 aralık 2015 tarihli günlüğüne düştüğü aşağıdaki satırlar belki de yazarın doğa hakkındaki düşüncelerini anlamak ve yorumlamak için yeterli sayılabilir: “Doğanın reddettiği ahlakı sosyolojiyi icat ederek geçerli kılmak, mutsuz formlar yarattı. Uygarlığın yıkılması şart. Evet, o zaman geniş bir huzursuzluk baş gösterecek. Ama şimdi huzur diye hissettiğimiz şey, zorunlu uyumun plasebo etkisi. O akıntıya, oradaki akıntılara bırak kendini. Ayak basılmamış değil, el değmemiş noktalara çekil. Pozisyonunu al ve ruhundan gelecek sesi bekle.”
 
küçük İskender/ Waliz Bir/ Can Yayınları/ 152 s.

*Bu yazı, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki’nin 1 Aralık 2016 tarihli 1398. sayısında yayımlandı.

Taşra ile kent arasında: Gölgesizler*

 

golge

 

Modern edebiyatımızın yakın geçmişi, çoğunlukla kişisel ve toplumsal meseleleri konu edinen ve ele aldığı konuları yerel bir bakıştan evrensele ulaştırma çabası içindeki sayısız eserle dolu. Güncelin ve popülaritenin imkânı içinde yazılan onca yapıt, geçmişle şimdi arasında bir bağ kurmanın ve kendi gerçekliğini geleceğe taşımanın kaygısı içinde. Böylesi bir tutum elbette zaman içinde körelen, silikleşen ve yok olmaya doğru evrilen bir anlayışı da beraberinde getiriyor. Özellikle 90’ dönemi ve sonrasında yazdığı eserlerle farklı bir kulvarda yer alacağını işaret eden Hasan Ali Toptaş’ı, güncel ve evrensel arasındaki bu tehlikeli sınırın dışına çıkmayı becermiş ve kendine ait bir edebiyat dili kurabilmiş ender romancılar arasında göstermek mümkün.

Hasan Ali Toptaş’ın romanları gerek incelikli ve şiirsel anlatımı gerekse olay örgüsündeki sürprizli ve derinlikli kurgusuyla her zaman özgünlüğünü korudu. Taşra ile kent arasına sıkışmış hayatlar, Toptaş’ın romanlarında gündelik yaşamın gerçeklerini yansıttığı gibi bazen de söylencelere, masallara ve düşsel bir dünyanın dehlizlerinde kaybolan başka hayatlarla kesişir, çoğalır. Bu kesişimin en iyi örneğine yazarın ilk basımı 1995’te (Can Yayınları) yapılan Gölgesizler romanında rastlamak mümkün. Yayımlandığı yıldan itibaren hem kurgusu hem de alışılmışın dışındaki karakterleriyle özgünlüğünü koruyan Gölgesizler, benzerine pek rastlamadığımız bir dünyanın kapılarını açtı bize. Romanın özgünlüğü yalnızca kurgusundaki ustalıkta aranmamalı elbette. Gölgesizler, modern dünyanın uzağında kalan bir hayatı, yani köy/kasaba gerçekliğini ele alması, karakterlerin ruhsal dünyalarındaki gelgitleri en ince ayrıntısına kadar resmetmesi ve kitap bütünlüğünde oluşturduğu varoluş felsefesini kişisel bir noktadan yorumlamasıyla da farklı bir yapıt. Buradaki kurgu tekniğini, üst üste bindirilmiş farklı zaman kesitlerini tek bir zamanda anlatan ve çeşitli anıştırmalarla okuru gerçek ile düş arasındaki kayboluşta sürükleyen çok katmanlı bir yapının inşası gibi düşünebiliriz. Paralel zaman akışını büyük bir ustalıkla kullanan Toptaş, kitabın ele aldığı varlık/yokluk sorunsalını da bu denge içerisinde ifade eder. Başlarda belirttiğim köy ve kent arasındaki sıkışmışlığı yalnızca mekansal anlamda değil, zamansal bir tema bütünlüğünde de kullanır Toptaş. İlkin köyde cereyan eden bir olay, küçük bir işaret ve anlık odak kayması sonucunda yıllar sonra kentte yaşanan bir olayın düğümü haline gelir. Veya kentte karşılaştığımız karakterin, yıllar önce köydeki bir kişiye dönüşeceğini ince ipuçları ve göndermeler sayesinde öğrenmiş oluruz.

Gölgesizler, temelde bir kayboluşun peşindeki izleri takip eden ve gittikçe kayboluşun kendisi haline gelen kişileri betimler bu anlamda. Kitabın giriş bölümü, ilerde karşılacağımız soyut gerçekliğin temellerini barındırır içinde. Bir berber sahnesiyle açılır Gölgesizler. Özellikle ilk cümle, bütün kurgunun ve olayların gidişatı konusunda büyük bir işaret verir: “Elindeki makasın ucunu bir an için havaya dikip onuruma içilecek bir kadeh gibi yavaşça kaldırarak, ‘Hoş geldin beyim,’ dedi berber.” Buradaki karşılama cümlesi hem berbere gelen gizemli romancıyı (yazarı?) hem de birazdan kitaba dahil olacak okuru bu kayboluşa sürüklemek için düşünülmüş esaslı bir giriş. ‘Hoş geldin’ deyip makasını havaya kaldıran berber, yalnızca bu kayboluşun davetiyesini göstermekle kalmıyor, aynı zamanda birazdan gerçekleşecek tehlikeli olayların sinyalini de vermiş oluyor böylelikle. Havaya dikilen makasın ucu, kadeh sözcüğündeki kutlama çağrışımı aslında birçok düğümün çözüldüğü yer olarak da büyük önem taşıyor. Berberdeki karakterler her ne kadar onları bekleyen tehlikenin farkında değillerse de, anlatıcı olarak düşünebileceğimiz yazarın cümleleriyle bu gizem biraz daha çözülmeye başlar. Anlatıcı yazarın içinden geçirdiği düşünceler ve neredeyse hiç bozulmayan büyük sessizliği, bu anlamda önemli bir işaret. Örneğin “’Yeni bir oyun başlıyor,’ diye geçirdim içimden” ve “’Oyun kanlı olacak anlaşılan,’ dedim iç sesimle” cümlelerindeki çağrışım, az sonra sahnelenecek kanlı olayları yine küçük bir göndermeyle karşılıyor.

Gölgesizler, sessiz ve olaysız gibi görünen hayatların aslında ne tür bir yıkımla karşı karşıya olduğunu anlatan, ancak bu yıkımı tamamiyle imgeler, işaretler ve doğaüstü olaylarla ifade eden bir eser. Hikâye açıldıkça köy halkının fiziksel anlamda tümüyle silikleştiğini görüyor, ancak ruhsal dünyalarındaki çatlakların gitgide çoğaldığını anlıyoruz. Berber sahnesinde Cıngıl Nuri’yle tanıştırıyor yazar bizi. Tıraş olduktan sonra ruhunun sıkıldığını, bu sıkıntıya tıraşın da kâr etmediğini belirten Nuri ansızın ortadan kayboluyor. Bu kayboluş beraberinde büyük bir gizemi, çözümsüz bir gerçekliği de getiriyor elbette. Nuri’yi bulabilmek için bütün halk seferber oluyor, aranmadık hiçbir ev, işyeri bırakmıyor. Bu arayış kesin bir kayboluşa sürüklüyor herkesi. Kitabın bu görkemli açılışıyla beraber bir başka kayıpla karşı karşıya kalıyoruz bu defa. Köyün genç ve güzel kızı Güvercin, nedensizce ve ardında hiçbir iz bırakmadan kayıplara karışıyor. Tabii burada, kitabın açılışındaki berber dükkanında asılı olan Güvercin resmini hatırlıyoruz hemen. Berberin karakalem çizdiği güvercin resmi, onu merakla izleyen anlatıcı yazarın ilgisini çekmiştir. Kanatlarının ve ayaklarının hareketiyle uçtuğu mu yoksa az önce konduğu mu belli olmayan bu güvercin, tüm belirsizliğiyle hikâyenin çatısını da oluşturuyor diyebiliriz. Dolayısıyla paralel zamanda gelişen kurguda, Güvercin’in kayboluşundaki belirsizliği de bu imgeyle ilişkilendirmek mümkün.

Gölgesizler’in bir diğer önemli karakteri de Muhtar. Köydeki üst makamı, yani devletin veya otoritenin sarsılmaz gücünü işaret eden Muhtar da bu kayboluştaki kilit isimlerden. Köydeki tuhaf olaylar silsilesini her ne kadar Muhtar’ın çözeceği öngörülse de, kısa zaman sonra Muhtar da kayıplara karışıyor ve silik bir iz, ışıksız bir gölge halinde buharlaşıyor. Hasan Ali Toptaş temelde gizemli ve ütopik bir evren kurma çabası içinde görünse de birey/toplum/ülke çıkmazını da eserine dahil ederek yaşadığımız dünyanın bir alegorisini sunar okuyucuya. Sadece seçim zamanlarında köyü ziyaret eden milletvekilleri, yapımı onlarca yıldır süren sulama kanalları ve muhtarlığın önünde dalgalanan yalnız bayrak… Bu gibi göndermeler aslında köy ve devlet arasındaki çözümsüzlüğü, dahası belirsizliği de ifade ediyor. Nuri’nin ortadan kaybolması sonrasında devletin tüm birimlerine haber salan Muhtar elbette hiçbir yerden olumlu veya olumsuz bir cevap alamamıştır. Devletin unuttuğu bu köy, bir anlamda yalnızlığına mahkum edilmiştir çünkü. Ve yalnız kalan, yalnız bırakılan herkes gibi köydeki insanlar da mutsuzluğa, umutsuzluğa doğru yol alır.

Gölgesizler, düş ile gerçek ve varlık ile yokluk arasındaki boşluğa tutunan hayatları  ustaca resmeden bir başyapıt. Üstelik bu boşlukta tüm hayâller gerçek, bütün gerçekler de apaçık hayâl!

hasanali

*Bu yazı, Arka Kapak dergisinin Kasım 2016 tarihli 14. sayısında yayımlandı.