Ginsberg, Şiirin çıplak gerçekliği*

 

 peyn

 

Bütün hikâye 1955 yılının soğuk bir akşamında San Francisco’daki bir sanat galerisinin küçük ve kasvetli salonunda başlıyor aslında. Düşüncelerini tüm açıklığıyla dillendirme arzusundaki bir avuç genç, mevcut düzene, içinde bulundukları dünyanın acımasızlığına karşı, inandıkları en sahici silahla, şiirle kafa tutuyorlar. Sahnede okunan şiirlerin sahici etkisi onları dinleyen kalabalığa da sıçrıyor ve tıpkı toplu bir âyin halinde şiirler okumaya, şarkılar söylemeye başlıyorlar hep birlikte. Adı sanı –henüz- duyulmamış altı şair, bütün akşam boyunca alkolün ve sözcüklerin sanrılı etkisiyle bağıra çağıra şiirler okuyor ve farkında olmadan büyük bir oluşumun temellerini atmaya başlıyor. O akşama damgasını vuran şiiri ise, 29 yaşında olmasına rağmen yazdığı hiçbir şiiri yayımlatamayan Allen Ginsberg okuyor ve âyinin trans sahnesi, Howl (Uluma)’un o unutulmaz açılışıyla birlikte başlıyor böylece: “Gördüm kuşağımın en iyi beyinlerinin çılgınlıkla yıkıldığını, histerik çıplaklıkla açlıktan geberdiğini…”

Beat Kuşağı’nın belki de manifestosu sayılan bu şiir artık Ginsberg ismini de aşıyor ve o dönemin ruhunu yansıtan bir belge olarak tarihe geçiyor. Allen Ginsberg’ü haklı bir üne kavuşturan Uluma, yalnızca 1950’lerin Amerikasını resmetmekle kalmıyor elbette. Şiir konusunda denenmemiş, yorumlanmamış ve üzerine düşünülmemiş çoğu şeyi şiirinin içine sokan Ginsberg, aynı zamanda bir destan kabul edilen Uluması’yla şiir bilgisinin ve sezgisinin işaretlerini de ortaya koyuyor böylelikle. Ginsberg 1961 yılında kaleme aldığı bir yazısında “Şiir için ve şiirin esinlendiği gerçek uğruna ölmeye hazırım,” notunu düşüyor. Buradaki gerçeklik vurgusu oldukça önemli. Çünkü gerek gündelik yaşamında gerekse yazdığı her şiirde/şarkıda ve yazıda gerçeklik duygusunun zor kazanılan ve kolay kaybedilen bir erdem olduğuna dikkat çekiyor.

GINSBERG ŞİİRİ VE GERÇEKÇİLİK

Şiirlerini çoğunlukla belirsiz izlerden -bazen bir ses veya melodiden, bazense bilinçdışı bir itki sonucunda- oluşturan Ginsberg, zihin ve dil ilişkisi üzerinde çokça düşünüyor ve kendi şiirini kurarken tüm bu anlık çakımların etkisinde kaldığını da itiraf ediyor. 1960’ta yayımlanan “Nasıl Yazıyorum” başlıklı yazısında bu konuya şöyle açıklık getiriyor: “Zihin dilden öte bir şeydir. Ruhun kelimelerle düşünen kısmının dışında da bölümleri olduğunun farkındayız. Bazı zamanlarda, farklı ve eş zamanlı tüm izlenimler ve olaylar bir odakta toplanarak yeni, neredeyse mutasyona uğramış bir bilinç oluşturur.” Kurduğu uzun dizelerdeki anlam ve ses yoğunluğunu, birbiri içinde tekrar eden imgelerinin çok yönlü ifadeler taşımasını da işte mutasyona uğrayan bu bilincin uzantıları şeklinde yorumlayabiliriz. Sözdeki ritmi ve ritimdeki değişkenliği büyük bir hünerle şiirine katan Ginsberg, bazen bu kalabalık imgeler arasında anlamsız gibi duran sözcüklerin bile bütün bir akışa dahil olduğunu gösterir böylelikle. Bu bulanık bilincin yansımalarına Uluma şiirinde sıklıkla rastlayabiliriz. Uluma’daki görsel karmaşa veya kamaşma, birbirinden bağımsız gibi duran kavramların ortaya koyduğu gerçeklikle sıkı bir ilişki içinde aslında. 1987 yılında yaptığı “Meditasyon ve Şiir” başlıklı konuşmasında bu konuya açıklık getiriyor Ginsberg. Şiirin “sadece şiir” olmadığı düşüncesinden hareketle gerçek şiir yazarlarının, evrenin olağanüstülüğüne hayranlıklarını dile getirenler olduğunu söylüyor burada. Yine aynı konuşmada klasik şiiri bir “ilerleme” ya da deney olarak düşündüğünü belirtiyor ve şiiri hem gerçekliğin hem de zihnin doğasına girme denemesi şeklinde özetliyor. Şiir ve meditasyon arasında kurduğu ilişki de burada ortaya çıkıyor aslında. Gerçek şiirin bilinçli bir şekilde “şiir” olarak yazılmadığını hatırlatarak düşüncelerin ve dolayısıyla imgelerin –en azından gerçek şiir özelinde- tasarlanmış bir şekilde ilerlemesinin mümkün olamayacağını belirtiyor Ginsberg. Yani sözcükleri ve sesleri özgür bırakmak… Şöyle diyor aynı konuşmada: “Düşünceleri serbest bırakma meditasyon pratiği böyledir; onları ne dışarı iter ne de içeriye çağırırsınız… Ve sahip çıkmazsınız onlara, yani havanın durumundan ne kadar sorumluysanız o kadar sorumlusunuzdur onlardan, çünkü bir düşünceden sonra ne düşüneceğinizi peşinen bilemezsiniz.” İşte Ginsberg’ün akışta serbest bıraktığı sözcüklerinin çarpıcı gücü tam da burada anlam kazanıyor.

BASKI VE SANSÜR

Ginsberg’ün şiir tanımında bilinç, zihin ve deneme kavramlarının yanı sıra serbest söz diziminin de büyük bir yeri var elbette. Kendi şiirini kurarken de özellikle bu kavramlara yaslandığını ifade eden Ginsberg, Walt Whitman’dan, Arthur Rimbaud’dan ve Baudelaire’den etkilendiğini ayrıca belirtir. Peki Allen Ginsberg’ü örnek verdiği bu isimlerden ayıran başlıca özellikler ne olabilir? Şüphesiz ki yalın gerçekliği bütün çıplaklığıyla şiirine sokan Ginsberg’ün eserlerindeki güçlü erotizmin etkisi oldukça fazla. Buradaki erotizm, tensel hazzın ya da içgüdüsel saldırganlığın ötesinde bir anlam taşıyor. Özellikle cinselliği ele alırken kullandığı sözcükleri hiçbir şekilde sınırlamayan Ginsberg, doğal gerçekliğin dışında başka bir duruma dikkat çekmek istiyor belki de: Var olan sistemin şiire ve sanatın hemen her dalına uyguladığı baskı, yani sansür. 1990’da yazdığı sansür bildirisinde şiirlerinin otuz yıldır hiç sansür edilmeden yayınlanmadığını belirten Ginsberg, Uluma şiiri bile yirmiden fazla dile çevrilmişken, kendi ülkesinde karşılaştığı bu baskıyı bir türlü kabullenemediğinden söz eder. Kitlesel bir aydınlanmanın ön koşulu olarak bireysel özgürlüğü savunan Ginsberg, devletin sanat üzerinde kurduğu ikiyüzlü tahakküme her zaman karşı çıkar ve bireyin özgürlüğü için verdiği mücadeleden asla vazgeçmez. Karşı çıktığı şey temelde insan haklarının gerektirdiği yaşam koşullarına yapılan ihlaldir. Yani kişisel mutluluğun bile devlet tekelinde olmasından rahatsızlık duyar. Nükleer sanayi, atom bombası ve global savaş karşısında fikirlerini belirtirken, aslında bireysel özgürlüğün ne kadar da sınırlandırıldığına dikkat çeken Ginsberg, alkol veya uyuşturucu kullanımının yasaklanmasını bile siyasi otoritenin baskısı şeklinde yorumluyor. Ralph Ginzberg’e yazdığı mektubunda seks gibi sözü dahi edilemeyecek kadar kişisel iç gıdıklanmalarını düzenleyen federal yasalarının olmasına hâlâ şaşırdığını ifade eder örneğin. Aynı mektupta yine “Çoğu yalnız kendi çıkarını gözeten siyasetçilerle dolu hükümetlerin, arkadaşlarımızla nerede ve ne zaman yatacağımızı buyurması mümkün olabilir mi?” der. Bu ifadeler, siyasîlerin ve politikacıların yalnızca beyinlerimize değil, bedenlerimize kadar sokulduğunu ve orada bile hakimiyet kurma çabasında olduğunu düşündürüyor. Bu olayı “kitlesel tecavüz” olarak yorumlayan Ginsberg, “İffetli Sosyal Devlet” adına yapılan bu tür düzenlemelerin başta bireyi, sonraysa toplumu ve tüm ülkeyi sapkınlaştırmaktan başka bir işe yaramayacağını savunur. Dolayısıyla Ginsberg’in şiirlerinde karşımıza çıkan “sakıncalı” sözcükleri birincil anlamının dışında da yorumlayabilir ve onun bu saldırganlığını siyasîlerin baskıcı tavrıyla ilişkilendirebiliriz.

Yaşamının son anına kadar sansürün ve bu sömürü düzeninin karşısında duran Ginsberg’ün şu sözlerini hatırlamakta fayda var sanırım:

“Bu arada, keyfinize bakın. Evren yeni bir çiçektir. Amerika keşfedilecek. Güllere karşı savaş isteyen aradığını bulacak.”

*Bu yazı, Peyniraltı Edebiyatı dergisinin Aralık-Ocak 2016-17 tarihli 38. sayısında yayımlandı.

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s