Ortak Bir Dünya*

 

kurbagalara-inaniyorum

 

Juan Rulfo, Yaratma Uğraşı adlı yazısında “Hiçbir yazar her düşündüğünü yazmaz; düşünceyi yazıya aktarmak pek güçtür” der. Bu ifade, yazı ve düşünce arasındaki karmaşık ilişkiyi açıklaması bakımından önemli. Görsel sanatları bu önermenin dışında tutarsak yazınsal metinlerin çoğunlukla kişisel bir çabanın sonucunda ortaya çıktığını, dolayısıyla yazar ve metin arasındaki düşünce benzerliğinin tek bir kanalda ilerlediğini de kabul etmiş oluruz. Sanat yapıtlarında çeşitli bakışlar yakalayabilmek, çoğunlukla kolektif eserlerin üretilmesiyle mümkün. Farklı disiplinlerin temasıyla ortaya çıkan eserlerde baskın bir düşüncenin öne çıkmamasını, işte bu ortak çalışmanın sunduğu zenginlikle ifade edebiliriz. Yazar, eserlerini kaleme alırken yalnızdır oysa. Düşüncenin yazıya tam olarak aktarılamaması görüşü de bu yalnızlıktan doğar.

YAZARAK HATIRLAMAK

Dünya edebiyatında yazarların bir araya gelerek ortak bir eser üretmesine sıkça tanıklık etsek de yerli edebiyatımızda bu tür çalışmalara pek rastlanmaz. Ahmet Güntan ve Lâle Müldür’ün Metis Yayınları (Kasım 1990) bünyesinde çıkan ortak şiir kitapları Voyıcır 2’yi; Bülent Erkmen projesiyle yine Metis Yayınları (Haziran 2004) tarafından basılan ve beş yazarın ortaklaşa yazdığı Beşpeşe adlı romanı; en son geçtiğimiz yıl Sel Yayıncılık etiketiyle çıkan ve Enis Batur ile Yiğit Bener’in birlikte hazırladıkları Simültane Cinnet’i bu tür ortak çalışmaların en bilinenleri arasında gösterebiliriz.

Şimdilerdeyse İletişim Yayınları Barış Bıçakçı, Behçet Çelik ve Ayhan Geçgin’in birlikte hazırladığı “Kurbağalara İnanıyorum” adlı kitapla bu ortaklığı devam ettiriyor. “Edebiyat Üzerine Yazışmalar” alt başlığıyla hazırlanan bu kitap, elbette öteki çalışmalardan daha farklı bir düşüncenin ürünü. Az önce örneğini verdiğim kitaplar yazarlarının kendi alanında hazırladığı eserler olmasına karşın, Kurbağalara İnanıyorum, öykü ve roman yazarı olan üç ismin kendi türlerinin dışına çıktıkları ve edebiyat üzerine düşüncelerini ifade ettikleri alan dışı bir kitap. Barış Bıçakçı’nın yazdığı “kişisel bir önsöz”den öğrendiğimize göre bu ortak projenin fikri Behçet Çelik’e ait. Bir araya geldikleri zamanlarda edebiyattan, kitaplardan ve hayata dair başka konulardan konuştukları sırada ortaya çıkan düşüncelerin zamanla unutulmasından, kaybolmasından duyulan bir endişe sonucunda böyle bir fikir öneriyor.

Kurbağalara İnanıyorum, yaklaşık bir yıla yayılan ve yazarların kendi aralarında elektronik posta yoluyla yaptığı yazışmaların bir toplamı. Her üç yazar da aynı kuşaktan ve hemen hemen aynı yaş aralığında olduğu için ortaya konan yazılarda içten ve samimi bir üslup öne çıkıyor. Kurbağalara İnanıyorum bir tasarı olsa da kitabın  en belirgin özelliği, yazılardaki olay akışının düzensiz ve çok yönlü  ilerlemesine rağmen kurgu bütünlüğündeki kontrolü hiçbir şekilde elden bırakmamasında aranabilir. Kitap, Barış Bıçakçı’nın mektubuyla açılıyor ve Ayhan Geçgin’in tavsiyesi üzerine okuduğu J. M. Coetzee’nin Romancının Romanı adlı kitaptan söz etmesiyle devam ediyor. İlerleyen mektuplar bu romanın her üç yazarda uyandırdığı düşüncelerin sıralanmasıyla başka konulara, kitaplara sıçrıyor ve yazmak ile okumak arasındaki ilişki üzerinden sürüp gidiyor.

CEVAPSIZ SORULAR

Yazarların edebiyat üzerine düşüncelerinin yanı sıra kendi yazarlık serüvenleri de kitabın ilerleyen sayfalarında karşımıza çıkıyor tabii. Tam da bu noktada yazma tekniklerinden, yazılma sürecindeki bir eserin ortaya çıkış aşamasından ve taslak halindeki bir öykü veya romanın bu süreç boyunca geçirdiği dönüşümlerden sıkça söz ediliyor. Kurbağalara İnanıyorum, bu açıdan baktığımız zaman yazarların kişisel yazma deneyimleri ve okuma notlarıyla büyüyüp gelişen, zengin bir edebi ziyafet sunuyor okura.

Yazarlar yazdıkları eserlerde ne anlatmak ister ve anlatılan olaylar yazarın yaşamına dahil midir? Her üç yazarın da bu soru karşısında çaresiz kaldığını ve bunun cevabını bir türlü veremediklerini de ilerleyen mektuplarda öğreniyoruz. Böyle bir çelişki sanırım çoğu yazarın yaşadığı ve ifade etmekte oldukça zorlandığı bir durum. Eserlerin ortaya çıkış süreçleri veya yazılma nedenleri bir yere kadar ifade edilse bile meraklı okurların sormaktan ve düşünmekten vazgeçmeyeceği bu soruların cevabını ne yazık ki yazarlar da bulamıyor. Behçet Çelik bu çelişki karşısındaki düşüncelerini şu örnekle ifade ediyor bir mektubunda: “Almanya’daki panelde moderatör neden ikinci tekil kişi ağzıyla romanını yazdığını sorduğunda, Ayhan’ın yanıt verememesi geldi aklıma. Bilmesi gerekiyor mu yazarın bunu? Bu kadar hakim olmalı mıyız metne? Bence gerekmiyor. Neden derseniz, el cevap: Bilmiyorum.”

Kitabın ilerleyen sayfalarında işlenen konular daha çok okumak, düşünmek ve yazmak kavramları etrafında gelişiyor. Mektupların akışı her ne kadar edebiyattan felsefeye, sinemadan psikolojiye varana dek birçok başlık üzerinden ilerlese de bu kitabın okura sunduğu en büyük “hizmet” şüphesiz ki yazarlarının iç seslerini, kaygılarını ve yazıdan beklediklerini açık biçimde ortaya koyması. Juan Rulfo’nun yazının başında alıntıladığım cümlesi tam da burada geçerlilik kazanıyor diyebilirim. Kurbağalara İnanıyorum’da düşündüklerini yazıya dökmekte zorlanan yazarlar kendi yazın dünyalarının kapılarını açıyor ve bu karmaşık dünyaya okurlarını da büyük bir içtenlikle davet ediyor.

Kitapta eksik olduğunu belirtebileceğim tek nokta, kitabın sonunda yazar ve kitap dizininin yer almıyor olması. Gerçi meraklı okurların kitap boyunca not aldığını, bu notlarla birlikte başka kitap ve yazarlara çoktan ulaştığını tahmin etmek de güç olmasa gerek.

Barış Bıçakçı, Behçet Çelik ve Ayhan Geçgin’in kaleminden çıkan bu edebiyat yazıları, aynı zamanda modern edebiyatımızı, yazarların gözünden inceleyebilmemiz ve yorumlayabilmemiz için de önemli bir imkân sunuyor.

Üstelik bu ortak çalışma ve fikir alışverişi sayesinde düşünceyi yazıya aktarmanın zorluğunu biraz daha anlıyor ve bunun mümkün olabileceğine hep birlikte tanıklık ediyoruz.

 

Kurbağalara İnanıyorum / Barış Bıçakçı, Behçet Çelik, Ayhan Geçgin / İletişim Yayınları / 213 s.

*Bu yazı, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki’nin 17 Mart 2016 tarihli 1361. sayısında yayımlandı.

 

 

Taraf olmak*

hayva

Yazar ve okuru açısından baktığımızda öykü türüne başından beri  önem verildiğini ve buna bağlı olarak öykünün, öteki türler içinde bambaşka bir yerde konumlandığını rahatlıkla ifade edebiliriz. Elbette son dönemlerde bu türün ilgiyle ve artan bir taleple karşılanmasını, modern öykü yazarlarımızın çoğunluk genç olmasına bağlamak mümkün. Şiir veya romana göre yeni ve genç olan öykü türünün farklı bakışlar ve ifade çeşitliliğiyle daha zengin bir anlatım olanağı sunması da şüphesiz, bu ilginin temel sebeplerinden biri.

Yazabilmek için önce okumak gerekir düşüncesinden hareket edecek olursak son dönemde genç yazarların nicelik bakımından hayli artış göstermesi, gençlerin kitap okumadığına ilişkin yıllardan beri devam eden ve dillere pelesenk bu önyargıyı kırmayı da başardı bir nebze. Dolayısıyla genç yazarlarımızın esneyip genişlemeye ve yeni üretim alanları açmaya müsait olan öykü türüne farklı yaklaşımlar kazandırdığını ve hatta edebiyatımıza taze kan pompaladığını ifade etmek mümkün.

“KIR GERÇEKLİĞİ”

Nazlı Karabıyıkoğlu, 1985 doğumlu genç bir yazar. Daha önce yazıları ve öyküleriyle Kitap-lık, Notos ve Varlık gibi dergilerde yer alan Karabıyıkoğlu, İskele ve Olivya Çıkmazı kitaplarının ardından şimdi de Hayvanların Tarafı’yla çıkıyor okurun karşısına. Özellikle yeni öykü toplamı Hayvanların Tarafı’nı, yazı dilinde kurduğu yenilikçi yapı ve kavramlar üzerindeki yoğun düşünme ve yorumlama becerisiyle yazarın en güçlü kitabı olarak niteleyebiliriz.  Kitabın başarısı, yalnızca dildeki farklılığında aranmamalı elbette. Hayvanların Tarafı, edebiyatımızda sıkça işlenmeyen bir mekânı kullanımı ve o mekânın atmosferine uygun biçimde gerilimli bir yazı dilini tercih etmesiyle de farklılığını öne çıkarıyor. Bir başka genç yazar olan Deniz Tarsus’un İt Gözü adlı öykü kitabına benzer bir biçimde, Nazlı Karabıyıkoğlu da okurunu kent yaşamından uzaklaştırarak kır gerçekliğine odaklanıyor. Ancak bir farkla: Kır hayatının zorluklarını ve oradaki toplum yaşayışını bir kenara bırakıp bütün hikâyeyi bambaşka bir biçimde, çoğunlukla hayvanların bakışıyla irdeliyor veya anlatıcı olarak hayvanların tarafında durmayı tercih ediyor da denilebilir.

Nazlı Karabıyıkoğlu, Hayvanların Tarafı’nda ıssız bir coğrafyanın ortasında bulunan bir at çiftliğine götürüyor bizi ilkin. Bu mekân tercihi, böyle bir yere âşina olmayan okur için ilgi çekici ama aynı zamanda o uzak dünyayı okura belirgin hatlarla çizebilmesi de zor bir sınav yazarı için. Dolayısıyla öykülerin açılışındaki betimlemeler etraflıca ve büyük bir gerçeklikle resmedilmiş. Öykülerin bütününe yayılan o gerilimli havayı da bu betimlemeler sırasında solumaya başlıyor okur. Kitabın aynı zamanda açılış öyküsü olan “Bir Hayvanın Hayvanca Kalbine”nin ilk satırları, birazdan dâhil olacağımız o büyülü mekânı tanıyabilmek ve orada yaşananları tüm çıplaklığıyla hissedebilmemiz için iyi bir başlangıç: ‘Toprak kokusu geceyi doldurmuş. At kuyruklarının havayı dövmesinden başka ses yok. Samanların üstünde daldığı uykusundan ürpertiyle sıyrıldı. Tıpırdayan yağmuru duyunca, yere gelişigüzel bıraktığı başlıkları kucaklayıp padoğa koştu.’

ERKEK İMPARATORLUĞUNA KARŞI

Kitabın başlığı Marcel Proust’un Swannların Tarafı’na bir gönderme gibi anlaşılsa da olay ve kurgu bütünlüğünde tümüyle farklı olduğu açık bir biçimde anlaşılıyor. Hayvanların Tarafı’ndaki başlıca karakterleri dışarıda tutarsak yalnızca birkaç hayvanın kişileştirildiğini ve fabl türünden hareketle yeni bir yapının denenmiş olduğu söylenebilir. Her ne kadar hayvanların gözünden veya onların tarafından bir hikâye anlatılacağını düşünsek de hayvanlar bir şekilde ötekileştiriliyor ve devreye yine insanlar girerek esas meseleye dâhil oluyor. Kitabın temel fikrini vahşetin ortaya çıkışı ve sıradanlaştırılması olarak düşündüğümüzde, insanların bu vahşetteki payını büyük ölçüde ve ölçekte görebiliyoruz.

Kitabın merkezinde Derebeyi olarak tanımlanan bir erkek karakter yer alıyor. Öteki karakterleri tanıtmadan önce, Derebeyi ve onun yaşamı hakkında genel bir bilgi sunuyor bize yazar. Derebeyi’nin büyük çiftliğindeki yaşantısı, av merakı, kadınlara olan sapkın veya küçük düşürücü davranışları onun kişiliği konusunda epey bilgi veriyor elbette. Bu açıdan bakıldığında başkarakterin çiftlikte kendi derebeyliğini kurduğunu ve etrafındaki her şeyi yönetme, ele geçirme konusundaki buyruk tavrı daha net ortaya çıkıyor. Çiftlikte, Derebeyi’nin bir de uşaklığını yapan Seyis var. Derebeyi’nin sabahlara kadar süren sefalarının ertesinde atların sahibi olmaya hak kazanan ve bir anlamda kısa süreliğine de olsa çiftliğin sahibi sayılacak Seyis.

Çiftlikte yaşayan üçüncü kişi ise Reyhan adında bir kadın. At binmeyi, avlanmayı becerebilen hünerli biri. Derebeyi’nin boyunduruğunda çalışan fakat ona karşı duyduğu nefreti ve öfkesi dinmek bilmeyen Reyhan, çiftlikteki bu hiyerarşik düzene ve erkek imparatorluğuna karşı olan güçlü bir karakter. Aslında bu üç karakterin içinde bulunduğu durum çok da yabancısı olmadığımız bir sömürü anlayışını işaret etmesi bakımından önemli. Şiddetin, ötekileştirmenin veya görmezden gelmenin meşru sayıldığı her toplulukta ortaya çıkan olağan bir tablo. Dolayısıyla çiftlikte geçen bu sıradan ilişki biçimini emir komuta zinciri içerisinde incelediğimiz zaman, baskının ve dayatmacı zihniyetin yol açacağı tahribatı da öngörmüş oluruz. Bu açıdan baktığımızda sömürünün veya lider algısının getirdiği tektipçi yaşam formunun, azınlığa karşı kazandığı haksız zaferi daha bir netlik kazanır. Derebeyi, Seyis ve Reyhan üçgeninden baktığımızda küçük bir çiftlikte geçen bu acımasız yaşam biçimini, âşina olduğumuz yönetim modelinin bir alegorisi olarak da okumamız mümkün.

Nazlı Karabıyıkoğlu, Hayvanların Tarafı’nda uzak kırlarda geçen bir çiftlik hayatını betimlerken aslında çok yakından tanıdığımız ve maalesef hepimizin dâhil olduğu bir gerçekliği işaret ediyor. Ortada bir taraf olduğunu ve safların kolaylıkla yer değiştirebileceğini hatırlatarak elbette.

Nazlı Karabıyıkoğlu/ Hayvanların Tarafı/ Everest Yayınları/ 110 s.

*Bu yazı, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki’nin 10 Mart 2016 tarihli 1360. sayısında yayımlandı.

Pride: Mücadelenin Onuru ya da Onurun Mücadelesi*

d

Kolektif yapılanmaların doğrudan temasıyla ortaya çıkan ve sınıf bilincinin oluşumuna kesintisiz destek sağlayan ‘direnç’ kültürü, yalnız yaşadığımız dönemin değil; bu dönemin zeminini hazırlayan geçmişin de önemli parçasıdır. Ulusların var olabilmesi, şüphesiz ki bireyin hak ve özgürlüklerini kazanmasının başlıca teminatıdır. Bu var oluş meselesi büyük kavgalar, yıkımlar ve kırılmalar neticesinde şekillendiğine göre, bireyin kendi mücadelesini ortaya koyabilmesi, tüm bu savaşımın esas amacını oluşturur diyebiliriz. Kimi toplumlarda ‘birey olma bilinci’ ve ‘sınıfsal aidiyet’ paralel bir gelişim gösterirken, kimi toplulukların birbirinden destek alarak ilerlediğini ve bu sayede daha güçlü, pozitif ve üretken bir yaşam alanı oluşturduğu bilinen bir gerçekliktir. Her iki durumda da birey olma mücadelesinin -birey ve toplum bazında- tekil ile çoğul aydınlanmanın yolunu açacak pratik bir çözüm odağı olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Birey olmanın haklı mücadelesi, elbette ki büyük kıyımların, çalkantılı dönemlerin veya talihsiz suçlamaların ertesinde ortaya konabilmiştir. Mücadele bilincini ortaya çıkaran, daha doğrusu zaten var olan bu bilinci körükleyen sebepler arasında, başta devlet terörü olmak üzere; kişisel bunalımları, aile içindeki gizli şiddeti besleyen kaygı ve korku kaynaklı sancıları, çalışma hayatındaki ast-üst hiyerarşisinin getirdiği çözümsüz ve ayrımcı dayatmaları da gösterebiliriz. Sebep her ne olursa olsun mücadelenin gün yüzüne çıkardığı bu bilinç, katlanılabilir bir dünyadan ziyade, yaşanılabilir bir dünya ideasının sonucudur. Tarihin şaşmaz kronolojisine göz attığımızda toplumların atağa kalktığı ve kendilerini büyük ve geri dönüşümü olmayan bir mücadelenin ortasına attıkları o buhranlı yılların, bahsettiğimiz sancıların patlama noktasına denk düştüğünü açıkça görebiliriz. Uzun vadeli bir hesaplaşmanın içinde olabilmek her koşulda, baskıcı, ötekileştiren ve sömüren bir anlayışın karşısında durabilmeyi gerektirir. Bu hesaplaşma kuşkusuz ki zamana yayılan ve giderek çoğalan bir hıncın neticesidir. Kendiyle savaşan, ailesiyle çatışan bir birey, var oluşunun farkına vardıkça içinde bulunduğu toplumla ve devletle de yüzleşir. İşte tüm bu imtihanlar bireyi kaçınılmaz bir noktaya taşıyacaktır: Onur ve Mücadele.

 

 

Muhafazakâr Parti’nin lideri ve Birleşik Krallık’ın 1979-1990 yılları arasındaki Başbakanı Margaret Thatcher, 1987’deki parti kongresinde “Geleneksel ahlâki değerlere saygı göstermeyi öğrenmesi gereken çocuklarımıza, eşcinsel olmanın temel bir hak olduğu öğretiliyor” diyerek kendisinin ve partisinin ‘temel hak ve özgürlükler’ çerçevesinde ne denli muhafazakâr olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Aynı yıl çıkardığı bir kanunla da, okullarda eşcinselliğin ‘yasal olmayan bir ilişki türü’ olduğu öğretilmeye başlandı. Tabii böylesi bir kanunu yürürlüğe sokmasının temelinde, o tarihten birkaç yıl önce yaşananların etkili olduğu gayet açıktır. 1984 yılında Millî Madenciler Sendikası’nın düzenlediği grev, Thatcher’ı yıpratabilmek ve onun kurmuş olduğu dikta rejimini sarsabilmek adına önemli bir hamleydi. Sol siyasete karşı amansız mücadele veren ve yaptığı ‘özelleştirmeler‘ neticesinde ‘serbest pazar ekonomisi’nin önünü açan Margaret Thatcher, halkın seçimiyle başa gelen bir başbakan olmasıyla ve azınlıklara karşı sürdürmüş olduğu nefret söylemleriyle pek de yabancısı olmadığımız bir politikacı. Fakat özellikle eşcinsellerin hak ve özgürlük mücadelesine karşı son derece katı bir politika yürüten Thatcher’ın, Millî Madenciler Sendikası tarafından büyük bir grevle durdurulmak istenmesi, burada, az önce sözünü ettiğimiz ‘birlik ve mücadele’ bilincini devreye sokuyor.

w

Senaryosunu Stephen Beresford’un yazdığı, yönetmenliğini Matthew Warchus’un üstlendiği 2014 yapımı Pride, 30 Haziran 1984’te düzenlenen Londra Onur Yürüyüşü’nün gerçek görüntüleriyle açıyor ilk sahnesini. Bir grup aktivist gencin de aralarında olduğu bu grup, ‘edepsiz’ sloganlar atarak, rengârenk pankartlar açarak ve elbette polis kıskacı etrafında tamamlıyor onurlu yürüyüşünü. Tam da o tarihte, dönemin başbakanı Margaret Thatcher tarafından hazırlanan ve yirmi madenin kapanmasına –demek oluyor ki yirmi bin işçinin işsiz kalması- neden olacak yasa tasarısı, ülkedeki maden işçilerini greve sürüklüyor. Yürüyüşteki gey ve lezbiyen aktivistler, bulvar (yandaş?) gazetelerinin, polislerin ve de hükümetin hedefinde olan ve tıpkı kendileri gibi şiddete maruz kalan madencilerin grevinden haberdar oluyor, davalarına onları da dahil ederek ortak bir mücadele yürütebilmek adına yeni bir slogan geliştiriyorlar: “Lesbians and Gays Support the Miners”

LGSM ismiyle yeni bir oluşum başlıyor böylece.

Tabii bu arada filmin önemli karakterlerinden biri olan Joe’yu tanımakta fayda var. Yirminci doğum gününü kutlamakta olan Joe, ailesiyle yaptığı küçük bir kutlamanın ertesinde hemen bir trene atlayıp Londra’ya ulaşır ve kendinden yaşça büyük olan gençlerin arasına katılır. Kimliğiyle yüzleşememiş ve dolayısıyla bu durumu ailesine henüz açıklayamamış olan Joe, ‘mücadele bilinci’nden uzakta, gönüllü bir aktivist olarak yer alıyor bu topluluğun içinde. Dolayısıyla eylem hayatına topluluğun fotografçısı olarak başlıyor.

LGSM üyeleri, buluşma yeri olarak küçük bir kitapçıyı seçen ve toplantı kararlarını bu merkezde yürüten toy bir oluşum gibi görünse de, kısa süre içerisinde dahil oldukları güruhun gür sesi olarak büyük başarılara imza atacaktır. Bu küçük kitapçı, yalnızca eşcinsellere yönelik kitaplar satan ve -filmdeki espriyle- tüm müşterilerinin Walt Whitman kitaplarını sorduğu bir yerdir. Bu açıdan bakıldığında, böylesine naif bir amaca hizmet eden iş yerinin ileride aktivist gençlerin toplantı ve örgütlenme karargâhına dönüşmesi, teoriden pratiğe geçiş eyleminin doğrudan yansıması olarak  okunabilir. Bu geçiş süreci elbette çok zor olacaktır. Grevdeki maden işçileri için büyük bir yardım toplamayı başaran gençler, bu bağışlarını verebilecek bir sendika bulamazlar. Yardımın kaynağını öğrenen her sendika, bu maddi yardımı kabul edemeyeceklerini daha en başından belirtir. Nihayet Galler’de bir maden ocağının olduğunu öğrenir ve karşılarına çıkabilecek her türlü zorluğun farkında olarak buraya gitmeye karar verirler. Hikâyenin bundan sonrası önyargıların kırıldığı, karşılıklı anlayışın sağlanabildiği, ortak bir paydanın mümkün olduğu ihtimali üzerine kurulmuş.  Kasabada kaldıkları kısa süre zarfında bütün olumsuzluklara ve tehditlere rağmen, oradaki insanların yerleşik değerlerini sorgulayacak, çözümler üretecek, tükenmez enerjilerini, sonsuz neşelerini kasabanın asık suratlı insanlarına iletecek ve böylelikle herkesi büyük bir dönüşümün içerisine sürükleyeceklerdir. Erkek hegemonyasının hüküm sürdüğü bu muhafazakâr kasaba, gencinden yaşlısına varana değin ölçüsüz bir nefret ve temelsiz bilgilerle kuşatılmış kötücül bir toplum olmaktan çıkıp, kendi gibi olmayanı anlayabilen, ona saygı duyabilen ve haksızlığa karşı omuz omuza durabilmeyi, erdemli bir birey olmanın teminatı olarak gören bilinçli bir kalabalık haline gelecektir. Dahası, maddi yardımlardan ziyade, bir arada olmanın verdiği maneviyat duygusunu tadacak ve birlik olmanın gücünü hep birlikte keşfedeceklerdir. Böylesi bir yapılanma sayesinde, esas tehlikeyi yani gerçek düşmanı fark edebilecek ve tek yumruk olmanın gururuyla sömürüye, zorbaya yani devlete karşı durabilmeyi öğreneceklerdir. İşte bu oluşum, yazının başlarında belirtildiği gibi, birbirinden destek alarak ilerleyen ve bu sayede daha güçlü, pozitif, üretken bir yaşam alanı oluşturabilen topluluğa örnek sayılabilir.

Bu kırılmaların en etkilisini yaşayanlardan biri de topluluğun fotografçısı, Joe olacaktır. Grubun icraatlerini belgeleyen bir fotografçı, sıradan bir üye olmak artık ona yetmeyeceği için, kendi dönüşümünü gerçekleştirecek ve kabuğunu çatlatıp yeryüzüne ilk adımını atan bir canlı gibi LGSM’nin, dolayısıyla içinde bulunduğu bu ‘yeni’ dünyanın aktif bir neferi haline gelecektir. Joe’yu hapseden bu kabuk, elbette ki kimliğinin farkına varabilmesine fırsat vermeyen ailesidir. Joe’nun mücadeleci bir aktivist olmasında, ailesiyle yaşadığı çatışma etkili olmuştur diyebiliriz. İşte kendiyle savaşmış, ailesiyle çatışmış olan bu birey, var oluşunun farkına varmış, içinde bulunduğu toplumla ve devletle de böylelikle yüzleşmiştir. LGSM’nin, maden sendikacılarıyla birlikte sürdürdüğü bu haklı direniş, yaklaşık bir yıl boyunca devam edecektir. Direnişin sonucunda büyük bir gelişme sağlanamasa da, devletin azınlığa karşı olan dayatması frenlenmiş ve halkın tabanını oluşturan bu kemik yapının, otoriteye ve yerleşik düzene karşı büyük bir tehdit olduğu büyük ölçüde anlaşılmıştır.

LGSM hikayesinin filmle ve gerçek hayatla paralel olarak ilerlediğini göz önünde tutarak, yaşanmış bu olayların geçerliğini günümüzde de koruduğunu, sadece isim/şehir/ülke bazında farklılık gösterdiğini rahatlıkla ifade edebiliriz. Elbette filmin belki de belkemiğini oluşturan ‘yaftayı sahiplenme’ meselesini önemli bir erdem sayan düşünceyi burada belirtmekte fayda var. LGSM üyeleri tüm bu girişimlerinin ve mücadelelerinin ertesinde kendilerine söylenen ‘sapık’, ya da orijinal dilindeki karşılığıyla ‘pervert’ damgasıyla küçük bir duruma düşürülmek istenmiştir. Bu ifadeyi reddetmektense ona sahip çıkarak yaşamayı daha erdemli saymışlar ve kendilerini artık ‘pervert’ olarak tanıtmaya başlamışlardır. Bu durumun, Gezi Direnişi sırasında, dönemin başbakanının halkına karşı kullandığı ‘çapulcu’ ifadesiyle büyük bir benzerlik taşıdığını ve çapulcuların da tıpkı ‘pervert’lar gibi bu ‘yafta’yı sahiplenip gayet erdemli bir davranış ortaya koyduğunu ayrıca belirtmekte fayda var.

Demek ki madencilerle eşcinsellerin birlikte hareket edebildiği bir dünya bu. Her şeyin mümkün olduğu. Onur oldukça mücadelenin, mücadele oldukça onurun var olduğu.

 

g

 

*Bu yazı Kaos GL dergisinin Ocak-Şubat 2016 tarihli 146. sayısında yayımlandı.

Yazarın Yolculuğu ya da Basit Bir Es*

CarmVc0WcAATJOZ

James Wood ‘Kurmaca Nasıl İşler?’ kitabının önsözünde, kurmacanın hem yapma hem de gerçek olduğunu ve bu iki olasılığın bir arada bulunmasının hiç de zor bir şey olmadığını belirtirken, aslında gerçeklik ve kurmaca kavramlarının birbiri içerisinde kaynaştığından ve bu kavramların çoğu kez aynı paralelde ilerlediğinden söz eder. Metin içerisindeki sahicilik duygusunu güçlendiren bu bakış, okurun hayâl dünyasında belirsiz bir gerçekliğe dönüşür ki, bu da edebiyat eserinin en temel ödevidir diyebiliriz. Yazarlar ‘hikâye’ anlatma konusunda her ne kadar bir izlek belirlese de, kendilerini çizdikleri sınırın dışına çıkarmaktan ve bu büyülü gerçekliğin perdesini indirmekten bir türlü alıkoyamazlar. Yazarının da serüvene dahil olduğu bu metinler, kurmacanın karmaşık işleyişine yerinde bir örnek. İşte, ustalıkla örülen bu kurmacalarda metnin düğümü sayılabilecek güçlü bir soru veya düşük bir ihtimal saklıdır çoğu kez.

Bir kış sabahı uzak bir ülkenin taşra istasyonundan trene binen yolcu, belli belirsizce selam verip karşısındaki koltuğa oturduğu kişinin, birazdan okuyacağı kitabın yazarı olduğunu bilseydi olaylar nasıl gelişirdi?

‘Basit Bir Es’ böylesi bir fikirden hareketle çıkıyor yola. Issız bir coğrafyanın ortasında, güneyden kuzeye ağır ağır tırmanmakta olan eski bir trenin içerisinde farklı ülkelerden iki insanın yolu bir kitap aracılığıyla nasıl kesişebilir? İlk bakışta gerçekleşmesi zor görünen bu tesadüf, kurmacanın ‘sahici’ gücüyle olağan bir karşılaşmanın ortasına bırakıyor okuru. Basit Bir Es’in ön deyişinde, Italo Calvino’nun ‘Kitaplarımdan Birini Nasıl Yazdım’da yer alan “kitabın içindeki okur buradaki okur olduğunu iddia etmekte, buradaki kitap kitabın içindeki kitap olmayı istemekte” cümlesi yer alıyor. Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi Enis Batur, Italo Calvino’dan ve onun bitmemiş öykülerine yer verdiği ‘Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’ adlı kitabından hareketle yazıyor Basit Bir Es’i. Hatta bu ön bilgiye dayanarak, kitabın ‘basit bir esin’le ortaya çıktığını da düşünebiliriz.

YAZARIN İFŞÂSI

Basit Bir Es’in anlatıcı-yazarı, karşısında oturan yolcunun birazdan okumaya koyulacağı kitabı görür görmez büyük bir şaşkınlık yaşıyor elbette. Hikâye, bu andan itibaren yazarın kendini tanıtıp tanıtmayacağı ihtimali üzerinden ilerliyor. Masum bir sezgiyle okurun, karşısındaki yazarı hemence tanıyacağını ya da yazarın kendisini bir şekilde okura tanıtıp kendi kitabı üzerinden bir konuşma ortamı sağlayacağını düşünürken, Enis Batur farklı bir bakış açısı sunarak anlatıcı-yazarını susmaya davet ediyor. Ve bu suskunluk boyunca karşısındaki okurun kim olduğunu, kim olabileceğini düşünüyor, düşündürüyor.

Yazarların kitaplarını nerede, ne şekilde, nasıl bir duyguyla ya da hangi araç gereçleri kullanarak yazdığı şüphesiz ki okurların merak ettiği konulardan biri. Peki ya okurlar bir kitabı nasıl okur, onların zihninde hangi düşünceler dolaşır ve okudukları satırlarlardan keyif alıp almadıkları nasıl anlaşılır? Bu ve benzeri soruları aslında yazarların da düşündüklerini, her ne kadar yazarken bir okur modelini hayâl etmeseler de bu konuyu içten içe merak ettiklerini büyük bir samimiyetle itiraf ediyor yazar. Tren taşra kasabasında yavaşça ilerlemeye devam ederken, dikkatlerimizi okurun –dolayısıyla kendimizin- üzerinde yoğunlaştırmayı sürdürüyor Enis Batur ve karşısına oturan okuru net bir biçimde betimlemese de kendi okurunun nasıl biri olabileceğini düşünüyor bu sırada. Sonuçta elinde bir ‘okur kataloğu’ olmadığını da belirterek gizemli okurlarının kimler olduğunu hayâl etmeye başlıyor. Belki yirmili yaşlarında, açık kumral, gür sakallı ve hafif tütün kokan bir genç; belki orta yaşlı, mavi gözlü kalın kaşlı, varlıklıca bir ailenin tek erkek evlâdı, belki de bembeyaz örgülü saçları olan yaşlı bir kadın… Hayâli okurunun fizyolojisine dair tahminlerde bulunduktan sonra, bu defa karşısındaki yolcu-okurun hareketlerini izlemeye koyuluyor. Ya kitaptan başını kaldırır da camdan dışarıyı izlemeye koyulursa, ya yaklaşan bir istasyondan apar topar inerse, gibi olasılıkları düşünürek telaşa kapılıyor ve artık kendini ifşâ etmenin eşiğine geliyor. Yazarın gergin bekleyişinden tümüyle habersiz olan okur, büyük bir dikkatle okumakta olduğu kitaba kaptırmıştır oysa kendini. Okurun uzun süren sessizliği bu defa yazarın düşünce dünyasını anlayabilmemiz için iyi bir fırsat sunuyor bize.

OKURUN DOKUNDUĞU YAZAR

Anlatıcı-yazarın öteki yazarlar veya kitaplarla kurduğu ilişkileri, gençliğinde bazı yaşıtları gibi akademinin bir üyesi olma yolunu neden seçmediğini ve henüz yolun başındayken yazamama kaygısı taşıdığını da bu süre zarfında öğreniyoruz. Dolayısıyla bu gergin bekleyiş bizleri yazarın zihnindeki çatlaklardan içeri sızmaya ve farklı bir yolculuk deneyimi yaşamaya davet ediyor. Bu durumu kitap içinde kitap alıntısından hareketle ‘yolculuk içinde yolculuk’ olarak da düşünebiliriz. Yolculuk süresince okurunun kendisini tanımadığını artık kabul eden yazar, ‘Başkalarını bilemem, ben kitabın ne önünde ne arkasında yazarın yüzü karşıma çıksın, okuyacağım metinle arama bir varlık olarak girsin istemem’ diyerek aynı gerekçenin okur tarafında da haklılık payı olduğunu belirtiyor. Bu gerekçesini ifade ederken, belki de böyle düşünmesine neden olan bir konuyu, o ‘ulaşılmaz yazar’ imgesini irdelemeye başlıyor böylece. “Senin kuşağın, yetişme çağında ‘büyük’lerinden gördüğü, etkileri altında kaldığı bir erişilmezlik efsanesinin ağına yakalanmıştı. Fotoğraf çektirmeyi bile yadsımış öncülerinize imreniyordunuz. Okurun dokunduğu yazar değerli, sahih, kalıcı biri olamazdı.” Tam da bu sırada karşısındaki okura doğru eğilip ‘ben okuduğunuz kitabın yazarıyım’ demeyi düşünüyor ve fakat okurunun “öyle mi?” demekle yetinmesi ve mesafeli bir gülümsemenin ardından diyaloğu söndürmesi ihtimalini de işe katarak bu fikrinden hemence vazgeçiyor yazar. Kendini kovuğundan dışarı çıkaramayan gizemli yazarın böyle hazin bir sahne yaşamak istememesinin temelinde, o ‘ulaşılmaz’lığın yazarda yarattığı tahribat etkili olmuştur diyebiliriz.

Peki bu yolculuk daha ne kadar sürecektir? Tren usulca ilerlemeye devam ederken okurun inmemekte kararlı olduğunu gören anlatıcı-yazar artık pes ediyor ve cebinden not defterini çıkarıp birkaç satır yazmaya koyuluyor. Italo Calvino’nun ‘Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’ kitabında gerçekleştirdiği ve başlangıçla sonun bir anda yer değiştirdiği kurgusuna belki de bir ithaf olarak, kırk sözcükten oluşan bir paragraf karalıyor yazar ve bu kısa yazıyı bitirir bitirmez trenden iniyor. Doludizgin yağan yağmurun altında, iliklerine dek ıslandığını umursamadan bilmediği o şehrin merkezine doğru ağır ağır ilerliyor. Ve kitap sonun başlangıcıyla açılıyor:

“Eğer, bir kış sabahı, trenin biriki dakikalığına durduğu uzak bir ülkenin taşra istasyonundan binen tek yolcu karşındaki boş koltuğa oturur ve çantasından senin yıllar önce yazdığın bir kitabı çıkarıp okumaya koyulursa, şaşırma: Bu sahne başka bir yazar tarafından senin için yazılmıştı.”

*Bu yazı, Arka Kapak dergisinin Şubat 2016 tarihli 5. sayısında yayımlandı.

Marcovaldo ya da Bir Karakter Yaratmamak*

calvinokapak

Kurmaca metinler dahil olmak üzere yapıtlarını siyasi, polisiye veya tarihi eserler üzerinden oluşturan çoğu yazar, her şeyden önce güçlü bir karakter yaratmanın hayali ve çabası içindedir. Edebiyatta gerçekliği göstermenin türlü yolları olsa da, sanat eserlerinin büyük çoğunda ete kemiğe bürünmüş bir karakteri okumak veya seyretmek, onların duygu ve düşüncelerini öğrenmek, bu büyülü dünyanın kapılarını açmak hatta zorlamak için en etkili yöntemlerden biridir şüphesiz. Tarihte iz bırakan, belki de ‘klâsik’ mertebesine oturtulan her eserde böylesi bir karakterin varlığı açıkça hissedilir.

Bu yönteme, özellikle savaş sonrasında ortaya çıkan ve şekillenen dünya edebiyatının neredeyse tüm verimlerinde sıkça rastlarız. Jaroslav Hašek, Saraybosna Suikastı ve devamında meydana gelen 1. Dünya Savaşı’nın gölgesinde geçen Aslan Asker Şvayk adlı eserinde; Puşkin ve Turgenyev gibi yazarlar da Rus Çarlığı’nın devrilmesi ve Bolşevik Devrimi’yle yeniden şekillenen Gerçekçi Dönem Rus Edebiyatı içerisinde karakter odaklı yapıtlar ortaya koyarak duygusal ve düşüncel anlamda güçlü bir roman dili kurmayı başarmışlardı. Özellikle Sovyetler Birliği’nin kuruluş sürecinde Kazakların yaşadığı zorlu hayatları Gregor ve Aksinya karakterleri arasındaki aşk üzerinden anlattığı Ve Durgun Akardı Don adlı ünlü eserinde Şolohov da bu yöntem dahilinde ilerler.

2. Dünya Savaşı başladığında askere gitmeyi reddedip partizanlarla birlikte Almanlara karşı savaşan Italo Calvino da ilk romanı Örümceklerin Yuvalandığı Patika’da savaşın kirli yüzünü bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştu, ama bir farkla: Kahramansız bir hikâye anlatmak koşuluyla. Örümceklerin Yuvalandığı Patika’da, Pin adlı bir çocuğun gözünden savaşın acımasızlığını, iki yüzlülüğünü ve buna bağlı olarak toplumların inançlarını, ahlâki değerlerini sert bir biçimde ele alıyordu Calvino. Sosyalist bir karakter yaratmanın derdine düşmeden, ortada ve tarafsız kalarak savaşın tüm korkunçluğunu açık bir yüreklilikle aktarmayı seçmişti. Italo Calvino kitabın 1964’teki yeni baskısının önsözüne şunları yazıyor: “Eşzamanlı olarak iki cephede savaşmak; hem Direniş’i eleştirenlere, hem de kutsallaştırılmış, kusurlarından arındırılmış bir Direniş’i savunanlara meydan okumak istiyordum. Öyleyse, ben de size, içinde hiç kimsenin kahraman olmadığı, hiç kimsenin sınıf bilincinden haberli olmadığı bir partizan öyküsü yazacağım. ‘En alttakiler’in, lümpen proletaryanın dünyasını anlatacağım! Ve bu, bütün yapıtların en olumlusu, en devrimcisi olacak! Zaten kahraman olan kişiden, zaten sınıf bilinci olan kişiden bize ne! Anlatılması gereken, oraya varış sürecidir! Bilincin berisinde tek bir birey kaldığı sürece, bizim görevimiz onunla, yalnızca onunla ilgilenmek olacaktır!” Stanislavski’nin ünlü kitabı Bir Karakter Yaratmak’a gönderme yaparak, Italo Calvino’nun Bir Karakter Yaratmamak üzerinde durduğunu ifade edebiliriz burada.

İlk romanından sonra -sosyalist kimliğini elbette yitirmeksizin- yazmaya, düşünmeye, üretmeye ara vermiyor Calvino. Örümceklerin Yuvalandığı Patika’yı çok genç bir yaşta yazmasına rağmen, sonraki yapıtlarında farklı hikâyelerle birlikte bambaşka dilsel ve biçimsel arayışların içerisine girerek büyük bir dönüşüme doğru yol alıyor. Özellikle Görünmez Kentler ve Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu kitapları,  ahenkli anlatımı ve muzip kurgusuyla Calvino’nun geniş bir okur kitlesi yaratmasında etkili oluyor. 1963’te yayımladığı Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler’i, romancı Calvino’nun aynı zamanda iyi bir öykücü olduğunu kanıtlayan ustalık dönemi eseri olarak yorumlayabiliriz. Tematik anlamda bütünlük oluşturan ve yirmi öykünün yer aldığı Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler, yazarın bir karakter yaratmamak çizgisinde ilerlediğini işaret eden bir eser olmasıyla da önemli. Her bir öykünün üst başlığında farklı bir mevsimin yer alması, kitabın kendi döngüsü içerisinde tutarlı bir anlatım dili kurmasına destek veriyor. Dört mevsimin beş kez tekrarlanmasıyla, farklı iklim özelliklerinin insan ve doğa üzerindeki etkilerini açıkça hissedebiliyoruz burada.

Italo Calvino Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler’de ilkin yoksul bir İtalyan ailesiyle tanıştırıyor bizi. Bir Sbav firmasında vasıfsız işçi olarak çalışan Marcovaldo, şişman ve aksi karısı Domitilla; ve her biri ötekinden huysuz ve yaramaz olan çocukları Paolino, Filipetto, Isolina, Michelino, Pietruccio ve Teresa.  Tüm bu isimler elbette gerçek bir ‘karakter’den hayli uzak. Öykülerin tamamı bu ailenin küçük çaresizlikleri, asla dahil olamayacakları öteki yaşamlara olan hayranlıkları ve yaşadıkları yoksul hayatın zorlukları etrafında şekilleniyor. Marcovaldo ise bu öykülerde olaylara bakışındaki naiflik ve sadelikle yer alıyor.

Yaşamın küçük ayrıntılarına büyük bir merakla yaklaşan Marcovaldo, yaşadığı zorluklara karşı aldığı basit önlemler ve tüm bu zorluklara dar bir açıdan bakmasıyla öykülerin temel meselesini özetliyor da diyebiliriz.

Kitabın aynı zamanda ilk öyküsü olan ve Bahar üst başlığıyla açılan Mantarlar Kentte adlı öyküde Marcovaldo’yu şu şekilde tanıtıyor yazar: “Bu Marcovaldo’nun gözleri kent yaşamına az yatkındı; ilanlar, trafik ışıkları, vitrinler, ışıklı tabelalar, yazılar, dikkat çekmek için tasarlanmış olsalar da, sanki bir çölün kumlarını tarayan gözlerine hiç takılmazlardı. Buna karşılık, bir dalda sararan yaprak, bir kiremitten sarkan kuş tüyü gözünden hiç kaçmazdı; bir atın sırtındaki sineği, bir masada böceklerin açtığı deliği, bir kaldırımda ezilmiş incir kabuğunu görmediği; mevsim değişikliklerini, içindeki özlemleri, yaşamındaki yoksunlukları duyumsadığında kafa yormadığı olmazdı hiç.”

Calvino’nun henüz ilk öyküde Marcovaldo için kurduğu bu iki cümleye bakarak  karakterden öte bir tipleme yaratmasındaki amacını ve niyetini de anlamış oluyoruz. Kendini bütünüyle doğanın akışına bırakan sıradan biridir Marcovaldo. Sabahları fabrikaya gitmeden önce ağaçlık yollardan yürür, canı sıkıldığı zaman gecenin bir yarısı yürüyüşe çıkar, işten ve ailesinden arda kalan tüm zamanını sürekli doğada geçirir.

Marcovaldo’nun gösterişsiz yaşamı karşısında bir engeldir oysa doğa. Tabii kitapta betimlenen doğa, insanlar tarafından kuşatılmış, istilâ edilmiş ve büyük bir kıyımın eşiğine sürüklenmiştir. Bu anlamda insanın doğaya olan zoraki müdahalesini, Marcovaldo’nun karşılaştığı en büyük mücadele olarak düşünebiliriz. Hızla kirletilen dünyaya karşı doğal kalmayı tercih eden, buna özlem duyan Marcovaldo, bütün savaşını bu basit heves uğruna gerçekleştirir. Ormanlık alanların reklam panolarıyla kirletildiğini, ağaç diplerinde biten mantarların artık zehir taşıdığını bu öykülerle birlikte iyice anlamış oluyoruz. Marcovaldo kent kalabalığının dışında yaşamaya alışmış, taşıt görültülerinin ve klakson seslerinin uzağında kalmayı başarmış; sonuçta basit sevinçler ve küçük mutluluklarla hayatın düğümünü çözmeyi becerebilmiştir nihayetinde. Gerçek kirliliğin, dışarıda, ‘doğal olmayan’da saklandığını bilecek kadar hem de.

Calvino ne diyordu karakterler için, hatırlayalım: “Zaten kahraman olan kişiden, zaten sınıf bilinci olan kişiden bize ne!”

Karakter olan kahraman olan, baskın olan demekse; her şeyin ortasında ve merkezinde yer almak demekse, ayrıntıları silmek ve gerçekliğe tek bir pencereden bakmak demekse gerçekten de kahraman olan kişiden bize ne!

*Bu yazı, Peyniraltı Edebiyatı dergisinin Şubat 2016 tarihli 33. sayısında yayımlandı.