Refik Halid “İstenmeyen” Sürgün*

refo

Refik Halid Karay, özellikle Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında gerek siyasi düşünceleri gerekse politik tavrı nedeniyle dışlanan, yaşadığı coğrafyadan uzaklaştırılan; ancak sürgün edildiği onca yıl içerisinde edebiyata ve insana olan inancını hiçbir zaman kaybetmeyen önemli bir yazar. Bu açıdan yaşamının büyük bir bölümünü gurbette ve sürgünde geçiren Karay’ı, karşılaştığı onca zorluğa ve baskıya rağmen yine de sözünü sakınmayan bir muhalif olarak değerlendirebiliriz. 1912’de İttihat ve Terakki’nin “İstenmeyenler” listesine alınıp Sinop’a sürgün edilmesiyle yeni bir yaşamın içine sürüklenir Karay. Bu tarihten sonra yazdığı eserlerde büyük bir kırılmanın ve dönüşümün izlerine rastlamak mümkün. Sinop sürgününden yaklaşık yedi yıl sonra İstanbul’a dönen Refik Halid, belki de en önemli eseri sayılan Memleket Hikâyeleri’ni kaleme alır ve o tarihe kadar sıklıkla işlenmeyen Anadolu yaşamını büyük bir ustalık ve gözlem gücüyle anlatmaya başlar. Refik Halid’in edebiyat anlayışı tam olarak bu dönemde netleşmeye başlar. Ertesi yıl yazacağı ve aynı zamanda ilk romanı olan İstanbul’un İç Yüzü, hem farklı tekniği hem de işlediği konu itibariyle Karay’ın edebiyat anlayışını önemli ölçüde işaret eder. Romanın farklı parçalarla birleştirilmiş düzensiz kurgusu, o tarih için bir milat elbette. Alışılagelen hikâye anlatma biçimi, belki de ilk kez İstanbul’un İç Yüzü romanıyla değişiyor diyebiliriz. Hem kurgusundaki farklılıkla, hem de farklı yaşam biçimlerini en ince ayrıntısına kadar resmetmesiyle öne çıkan bu roman, yalnızca Refik Halid’in değil, edebiyat tarihimizin de en önemli yapıtları arasında sayılır.

Refik Halid’in gerek politik yazılarında, hikâyelerinde; gerekse romanlarında belirgin kırılmalar ve dönüşümler yer alır. Yaşadığı hayatın güçlükleri bir şekilde eserlerine dahil olur yazarın. İttihat ve Terakki hakkındaki görüşleri, sürgüne gittiği şehirlerde tanıdığı insanlar, oradaki kültürel yozlaşma, siyasi rant her zaman büyük bir yer kaplar eserlerinde. Özellikle meşrutiyetin ilanından sonra hem Anadolu’daki hem de İstanbul’daki halkların yaşadığı değişimlere büyük önem verir Karay. Hep bir karşıtlık, öncesi/sonrası şeklinde yorumlayabileceğimiz durumlar vardır eserlerinde. İstanbul’un İç Yüzü bu anlamda yerinde bir örnek. Refik Halid, insanların yaşam biçimleri ve dünya görüşlerinin hızla değişmesini çoğunlukla politik iklimin bir sonucu olarak değerlendirir. Yaptığı karşılaştırmalar hiciv ve mizah ağırlıklı olsa da dönemin gerçekliğini tüm çıplaklığıyla anlatılır aslında. Üstelik yaşanan sıkıntıları ve haksızlıkları öfke veya hüzünle değil, neredeyse bütünüyle komik, alaycı ve keskin bir mizahla ele alır. Yaşadığı sürgünler, Karay’ın edebiyat anlayışının oluşmasında büyük ölçüde etkili olur elbette. Sansür ve sürgün arasında şekillenen bir hayatı yaşamak zorunda kalır Refik Halid. Yazdığı ilk roman olan İstanbul’un İç Yüzü, Cumhuriyet döneminde İstanbul’un Bir Yüzü olarak değiştirilir örneğin. İstanbul’un İç Yüzü için yazının başlarında belirttiğim dağınık düzen, belki de yazarın dağınık yaşamıyla birebir örtüştüğü için de önemli. Onca şehir değişikliği sonucunda ‘göçebe’ bir hayat yaşamaya zorlanan yazar, gittiği şehirlerde yeni insanlarla, yeni hayatlarla karşılaşıyor ve elbette önceki yaşamından da yavaşça uzaklaşmaya başlıyor. Refik Halid için burada iki büyük kırılmadan söz edebiliriz: İlki Sinop, diğeri de Beyrut sürgünlüğü. Beyrut yılları elbette daha çetin geçecektir. Sinop’ta her ne kadar aynı dili konuştuğu insanlarla karşılaşsa da Beyrut yazar için tümüyle uzak ve yabancı bir coğrafya. Sonraki yıllarda yayımlanan bir diğer önemli romanı Sürgün’de bu yabancılaşmanın ve uzaklaş(tırıl)manın izlerine rastlamak mümkün. Sürgün, Refik Halid’in belki de tek otobiyografik romanı sayılabilir bu anlamda. Sürgün’de, Beyrut’a gönderilen bir yüzbaşının yaşama tutunma mücadelesine yer verir yazar. Burada sürgün olma halini, yani bir yere tutunamamayı birçok açıdan inceler Karay. Öncelikle mekânsal bir vurgu söz konusu. Yani farklı bir coğrafya, farklı doğa, sesler ve görüntüler… Sonra da karakterlerdeki parçalanmayı ele alır Karay. Aidiyet duygusu, bu duygunun hangi şekillerde yitirildiği, unutulduğu devamlı olarak öne çıkan bir konu. Sürgün’ün başkarakteri Hilmi Efendi İstanbul’dan Beyrut’a gönderildiğinde ilkin coğrafyadaki farklılığın etkisiyle bocalar. Sonraysa kültürel farklılıklar, yaşam biçimleri… Tüm bu değişim nihayetinde Hilmi Efendi’de büyük bir kırılmaya sebep olur. Özellikle konuşulan dilin farklı olması, belki de bu zorlukların en büyüğü. Kimi kez Arapça düşünür, Türkçe konuşur; bazen de tersi. Ve Hilmi Efendi yavaşça kendi köklerinden, ailesinden uzaklaşır, oradaki insanlardan biri olmaya, yani aynılaşmaya başlar.

Hilmi Efendi’nin Beyrut sürgünlüğü şüphesiz ki Refik Halid’in yaşadıklarıyla büyük benzerlikler taşıyor. Karakterinin başka bir şehirdeki çırpınışlarını en çok lisan farklılığıyla betimleyen Karay, yeni bir coğrafyaya ait olmanın veya kendini yerel halktan biri gibi hissetmenin gereği olarak dili, yani lisanı öne sürer. Belki de duygusal anlamda büyük yıkımlar yaşamaz Hilmi Efendi, fakat bir birey olarak yaşama tutunabilmesi, kendi varlığını ispat edebilmesi için ortak bir dil yani düşünce zemini kurmak gerektiğine inanır. Öyle ki sürgüne gönderildiği şehirlerde ne zaman yeni bir insanla tanışsa ilkin onun hangi ırktan veya milletten geldiğini sorgulamaz, konuştuğu dilin ne olduğuna dikkat eder ve ilişkilerinin ancak bu kanalda ilerleyebileceğini düşünür.

Sürgün romanı, özellikle mekân ve dil ilişkisini kültürler arasındaki farklılıkla birlikte irdeleyen ve bunun sonucunda aidiyet kavramına çok yönlü bir bakış getiren özgün bir eser. Üstelik Refik Halid, yaşadığı sürgünlüğü karakterleri üzerinden dile getirirken kendi hayatında dile ne kadar önem verdiğinin de altını çiziyor böylelikle. Dolayısıyla Hilmi Efendi ile Refik Halid arasındaki ortak bağın gücü biraz daha ortaya çıkıyor burada. Hiçbir koşulda anadilinden vazgeçmeyen, onca şehirde yaşamasına rağmen eserlerini her zaman kendi dilinde yazan  Refik Halid, dil ve esaret arasındaki ilişkiyi de açıkça ifade ediyor aslında. Yaşanan olayların veya duyguların değişkenliği karşısında bireyi ayakta tutan tek gerçeklik olarak düşündüğü, konuştuğu dilin varlığına inanır Refik Halid. Sürgün bir kimsenin yaşamı, zevkleri, becerileri veya hisleri bir yere kadar engellense bile, dilinden vazgeçirelemediği sürece hiç kimse tutsak sayılamaz demek ki.

Refik Halid Karay’ı yalnızca memleket hikâyeleri anlatan bir yazar olarak anmak eksik olur; o, aynı zamanda bir yere ait olamama durumunu en iyi anlatan edebiyatçılarımızdan biri, belki en önemlisi. Üstelik onca sürgün karşısında yine de iyimserliği ve mizahı elden bırakmayan, “istenmese” de kabul edilen, saygı duyulan büyük bir yazar.

*Bu yazı, Arka Kapak dergisinin Aralık 2016 tarihli 15. sayısında yayımlandı.

Yorum bırakın