Kırık bir camın ışıltısı*

SAO1239215800715

Kavramsal sanatın şekillenmesinde büyük rol oynayan Marcel Duchamp (1887-1968) gündelik hayatın içinde yer alan nesneleri alışılagelen konumlarından çıkarıp başka bir boyuta taşır ve sıradan bir nesnenin de gerçek bir sanat eserine dönüşebileceğini ifade eder. Fransız sanatçı, düşünsel yanı ağır basan ve herhangi bir estetik kaygısı olmayan eserler üreterek aynı zamanda görselliğin etki alanını da sınırlamış olur böylelikle. Eserlerinde kalıplaşmış anlatım biçimlerini bir kenara atan Duchamp; fizikten, mekanikten ve perspektifin çok boyutlu imkânlarından faydalandığı gibi sıradanın içinde saklı olan sanatı ön plana çıkarabilmek ve kendi sanatsal formunu ortaya koyabilmek adına ürettiği “ready-made” denilen hazır-yapımlarla modern sanatın en etkili sanatçılarından biri, belki de en önemlisi kabul edildi. Duchamp en çok “Çeşme” adını verdiği –ki sıradan bir pisuvardan ibaret olan- çalışmasıyla bilinse de “Bekârları Tarafından Çırılçıplak Soyulan Gelin, Eşit” veya daha bilinen adıyla “Büyük Cam” yapıtıyla öne çıkar. Duchamp bu eserde iki cam içerisine yerleştirilen türlü nesneleri optik bir yanılsamayla yeniden yorumlamış ve üçüncü boyuta taşıdığı bu cam tabloyla görselliğin ve estetiğin uzağında bir sanatsal gerçeklik yakalamıştır.

GERÇEĞİN İFŞÂSI

Notos Kitap, Meksikalı yazar Mario Bellatin’in Güzellik Salonu adlı yapıtının düzeltilmiş yeni baskısını ve “Üç Otobiyografi” altbaşlığıyla ilk kez yayımlanan Büyük Cam’ı art arda okura sundu. Bellatin; Güzellik Salonu, Çin Daması ve Kahraman Köpekler adlı eserlerinde olduğu gibi Büyük Cam’da da kısa ve etkili bir yazınsal dille kurulu oldukça sarsıcı bir metin ortaya koyuyor.

Mario Bellatin’in Büyük Cam adlı yeni kitabı, her ne kadar otobiyografik unsurlar barındırsa da birbirinden bağımsız üç uzun öykü şeklinde de okunabilir. Bellatin, The Believer dergisinde yayımlanan bir röportajında, Büyük Cam’ın temelde bir otobiyografi kitabı olduğunu ve her defasında gerçeğe ihanet eden bir kurguyla yazıldığını ifade ediyor. Dolayısıyla metnin gerçekliği ve kurgusu konusunda kesin bir yargıda bulunmak güç ancak yine de bir otobiyografik eserin bu şekilde de yazılabileceğini göstermesi bakımından Büyük Cam’ın bu belirsizliği kitabın yazınsal bir eser olmasına gölge düşüremiyor. Kitabın açılış öyküsü –veya biyografisi- olan “Tenim, Işıltılı”da küçük bir çocuğun annesiyle olan tuhaf ilişkisini okuyoruz önce. Kaç yaşında olduğu belirtilmeyen çocuk-anlatıcı, bedeninin ışıltısı sayesinde annesinin dikkatini çekmeyi beceren biri olarak karşımıza çıkıyor. Annesiyle birlikte gittiği hamamlarda oradaki kadınlara testislerini sergileyen çocuk, bu gösterisi sayesinde annesinin takdirini kazanıyor ve ona çeşitli armağanlar verilmesini sağlıyor. Bellatin’in böylesine etkileyici bir girişle açılan ve ilk bakışta mizahi bir üslupla yazıldığı izlenimi veren bu otobiyografisi, aile bireylerinin –özellikle babasının- hikâyesi devreye girince dramatik bir sonla noktalanıyor elbette.

Çocuğun bakışından anlatılan bu hikâyede, yaşamdaki başarıları ve yenilgileri tetikleyen sebepleri büyük bir ustalıkla ifade ediyor Bellatin. “Modern Görünümlü Bir Karakter” adlı otobiyografide de benzer bir durum göze çarpıyor. Bu hikâyedeyse evlerini tahliye etmek için gelen mülk sahiplerini bu fikirlerinden caydırmak için onların karşısında folklor dansları yapan bir kadın anlatılıyor. Büyük Cam’ın gerçek ve kurmacayla harmanlanan her üç anlatısında da yaşamın içindeki basit olayların farklı bir yorum ve ifade biçimiyle ele alındığını görüyoruz. Bellatin’in yazınsal başarısı sıradanın içindeki gizilgücü bütün imkânlarıyla ortaya koyabilmesinde saklı biraz da. Tabii bu noktada kitap adının Duchamp’ın sanatsal yapıtı Büyük Cam’la bir benzerlik göstermesinin tesadüf olmadığını da belirtmek gerek. Bellatin de tıpkı Duchamp gibi yaşamın içinde yer alan önemsiz bir nesneyi kendi gerçekliğinden koparıp başka bir tanımın içine sürüklüyor ve bunu sözcükleriyle başarıyor. Duchamp’ın sıradan bir pisuvarı Çeşme’ye dönüştürürken ortaya koyduğu yaratıcı zekâsı, Bellatin’in bir çocuğun üreme organını toplum içindeki güce dönüştürme becerisiyle büyük bir paralellik taşıyor elbette. Her iki sanatçı da gerçeği ifşâ etmenin yolunun onu gizlemekten, değiştirmekten ve dönüştürmekten geçtiğini savunuyor temelde. Duchamp gerçeği gösterirken optik bir yanılsamaya ihtiyaç duyuyor Büyük Cam’ında, Bellatin ise zaman algısını bütünüyle reddedip geçmişini bulanıklaştırıyor ve yeniden kuruyor.

KURTARILMIŞ BÖLGE

Mario Bellatin aynı zamanda mekân seçimi/kullanımı ve o mekânların içerisine yerleştirdiği nesneleri ifade etme biçimiyle de öne çıkıyor diyebiliriz. Güzellik Salonu adlı kitabında çeşitli hastalıkların pençesinde olan ve toplum tarafından dışlanmış erkeklerin çaresizliğini anlatan yazar, işlettiği güzellik salonunu bir çeşit tedavi merkezine dönüştüren, yardıma muhtaç olan hastaların son günlerini huzur içinde geçirebilmeleri için onlara destek olan ve kadın kıyafetleriyle dolaşan bir erkeğin gözünden anlatıyor hikâyesini.

Romanın ilerleyen sayfalarında bakıma muhtaç olan bu erkeklerin, şehirde dolaşan bazı çeteler –kitabın ilk basımında Homokatilleri Çetesi ifadesi yer alıyor- tarafından saldırıya uğradığını ve gittikleri hastanelerde tedavi şansı bulamadığı için sokağa geri gönderildiklerini öğreniyoruz. Kitabın isimsiz anlatıcısı da küçük yaşta evinden kaçmış ve sokaklarda fahişelik yaparak yaşamını sürdürmek zorunda bırakılmış bir erkek. Dolayısıyla kendi gibi dışlanmış ve hor görülmüş erkekleri bir arada toplamaya çalışan anlatıcı, işlettiği güzellik salonunu bir anlamda kurtarılmış bir bölge olarak yeniden düzenliyor ve ‘hastalıkları’ yüzünden kendine bir yer bulamayan bu insanları topluma yeniden kazandırmak yerine, onların yaşam ve onur mücadelelerini sürdürebilmeleri için bir sığınak inşa ediyor. Üstelik bu sığınağa gelen insanların mutlu olabilmesi, kendilerini gençleşmiş ve güzelleşmiş bulabilmesi için de salonunu baştan başa çeşitli balıkların yer aldığı renkli akvaryumlarla donatıyor. Mario Bellatin, mekân seçimi ve kullanımındaki başarısını tüm hatlarıyla ortaya koyduğu Güzellik Salonu adlı bu romanında bir yandan güzellik kavramını ve alışılagelen estetik değerleri sorgulamamızı sağlıyor bir yandan da toplum içinde tekelleşmiş cinsiyetçi anlayışın varlığına dikkat çekerek birey olma savaşı veren insanların yaşam ve ölüm karşısındaki yerlerinin neresi olması gerektiğini bir kez daha düşündürüyor bize.

Marcel Duchamp’ın tamamlanması uzun yıllar süren Büyük Cam adlı yapıtı müzede sergilenmek üzere taşındığı sırada kırılmış ve Duchamp’ın ifadesiyle işte o zaman sonlanmış ve gerçek bir sanat eserine dönüşmüştü. Yaşamöyküsünü ve bütün bu yazın macerasını büyük bir cam olarak kurgulayan Mario Bellatin de sonunda bu camı parçalıyor ve ortaya ışıltılı, gerçek bir sanat eseri çıkarıyor.

Güzellik Salonu (İkinci baskı, Nisan 2017)/ Mario Bellatin/ Çeviren: Şevin Gülman/ Notos Kitap/ 72 s.

Büyük Cam, Üç Otobiyografi/ Mario Bellatin/ Çeviren: Süleyman Doğru/ Notos Kitap/ 125 s.

*Bu yazı, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki’nin 8 Haziran 2017 tarihli 1425. sayısında yayımlandı.

güzellik salonubüyük cam

Eksik bir Kitap*

Kitap_KKK

René Belletto, Türkçede yeni yayımlanan Kitap (Çev. Orçun Türkay, Sel Yayıncılık, Nisan 2017) adlı eseri dışında adını pek duymadığımız; ancak yayımlanan yirmi küsur romanıyla özellikle Fransa’da oldukça bilinen bir isim. Belletto’nun son romanı ve Türkçe yayımlanan tek eseri olan Kitap, gerilim ve merak dozu yüksek anlatısı ve okurun ilgisini sayfalar boyunca diri tutmayı başaran kurgusuyla öne çıkıyor ilkin.

Kitap, henüz ilk sayfadan başlayarak gizemli bir hikâyenin içine doğru sürükleniyor. Michel Aventin adındaki baş karakter, yakın bir zaman önce kaybettiği kızkardeşinin tedavi gördüğü hastaneyi ziyaret ettiği sırada kızkardeşinin kaldığı 18 numaralı odanın dolu olduğunu görüyor ve aralık kapıdan içeri giriyor. Michel’i nefret dolu bakışlarla izleyen yataktaki hasta, onun yüzünü inceledikten sonra eline, parmağındaki yüzüğe doğru bakıyor. Michel’in parmağındaki yüzük ve 18 numaralı odadaki hasta adamın hikâyesi, romanın düğümlendiği temel noktaları oluşturuyor.

Romanın ilerleyen sayfalarında hasta adam ve Michel arasındaki ilişkinin detayları büyük bir belirsizlikle ele alınıyor. Yazarın parçalı bölümler ve geri dönüşlerle oluşturduğu kurguda, önce kızkardeşi ve hastalığı, sonra da ona bakıcılık yapan doktorlarla kurduğu arkadaşlık ilişkileri anlatılıyor. Belletto’nun yazarlık kariyerinin yanı sıra aynı zamanda çeşitli filmlere senaryolar yazdığını göz önüne aldığımızda romanın sinematografik havası daha bir etkileyici oluyor. Üstelik bu sinemasal dünyanın içerisinde ilerlerken tıpkı başka polisiye eserlerde olduğu gibi Kitap’ta da okurun dikkati kimi ilgisiz nesnelere kaydırılıyor ve bu durum bir gizemi çözerken başka bir gizemin peşine doğru sürüklenmesine neden oluyor diyebiliriz.

Kitabın baş karakteri Michel Aventin’in ve öteki karakterlerin yaşamlarına ilişkin tatmin edici detaylar yer almıyor eserde; böylesi bir tercih –belki de eksiklik demeliyiz- yazınsal bir roman okuduğumuz konusunda bizi ikilemde bırakıyor. Klasik anlamda bir polisiye roman, elbette sürprizli kurgusu ve akıcı anlatımın yanı sıra karakterlerinin gündelik yaşamlarından kesitler veren ve anlatı boyunca hikâyenin gerçekliğine uygun bir felsefi/düşünsel dünya görüşü sunan bir akışa yer verirken, Kitap, yalnızca bir belirsizliğin ve çözülmesi gereken bir bilmecenin ipuçlarını vermekten ileri gidemiyor. Michel ve hasta adam arasındaki gizemli ilişki bir sonraki bölümde biraz daha aydınlanıyor, ancak bu geçiş bile tam anlamıyla inandırıcı olamıyor. Michel, hastanedeki ziyaretinden sonra posta kutusunda imzasız bir mektup buluyor. Mektupta yalnızca 6 rakamı yer alıyor. Michel, nasılsa, bu gizemli mektubu 18 numaradaki odada yatan hastanın gönderdiğini anlıyor ve içinde bulunduğu bilmeceyi çözmek için bir dizi araştırma yapıyor. Açıkçası nereden geldiği ve kime ait olduğu bilinmeyen bir yüzük, imzasız bir mektup ve bunun gibi detaylar roman bütünlüğü içinde merak uyandıran nesneler olmaktan öteye gidemiyor. Kitabın girişinde yer alan bir sahneden öğrendiğimize göre demans hastalığının (bunama) eşiğinde olan Michel Aventin, kimi geceler korkunç rüyalar ve karabasanlar görerek yaşadığı dünyanın gerçekliğinden kopuyor. Dolayısıyla başına gelen olayları tüm hatlarıyla hatırlaması, içinde bulunduğu olayları gerçek ya da hayâl ürünü şeklinde ayırt etmesi oldukça zor görünüyor. Henüz romanın başında böyle bir detaya yer verilmesi ve ilerleyen sayfalarda karşımıza çıkan ‘kanlı sahneler’, eserin polisiye kurgusu içinde ilerlememize olanak sağlayamıyor ne yazık ki.

René Belletto, Kitap adlı bu eserinde sinematografik bir dünya kurmayı başarsa da suç ve macera romanlarından aşina olduğumuz tipik örgüyü bir kenara atıyor ve çözülmesi/okunması çok da güç olmayan bir hikâye anlatıyor diyebiliriz.

Kitap/ René Belletto,/ Çev. Orçun Türkay/ Sel Yayıncılık/ Nisan 2017

haziran

*Bu yazı, Arka Kapak dergisinin Haziran 2017 tarihli 21. sayısında yayımlandı.

Zamanın uzağında*

 

sahiden-hikaye

Jar, Haw ve Ucunda Ölüm Var romanlarından sonra şimdi de yeni öykü kitabı Sahiden Hikâye ile okurun karşısına çıkan Kemal Varol, yakın tarihin ve toplumsal hafızanın kayıtlarını aktarmaya kaldığı yerden devam ediyor. Kitapta yer alan öykülerin hemen hepsinde, geçmişin kıskacına sıkışmış acıların ve hatıraların, yalnızlıkların ve mutsuzlukların izine rastlıyoruz. Yazarın daha önceki eserlerinde karşımıza çıkan benzer yaşamlar, yeni kitapta da büyük bir gerçeklikle ele alınıyor. Bu gerçekliğin temelinde, gerek içinde bulunduğu topluma gerekse yaşadığı coğrafyaya ait olamayan insanların dokunaklı hikâyeleri yer alıyor elbette. Kemal Varol, tıpkı öteki romanlarında işlediği ‘ait olamama meselesi’ni biraz daha pekiştirmek ve okuru da bu uzaklığa çekebilmek için hayalî bir kasaba olan Arkanya’yı merkez alıyor ve hikâyesini bu ‘olmayan’ yer üzerinde şekillendiriyor.

Sahiden Hikâye’de kendi içerisinde tematik bir bütünlük oluşturan on beş kısa öykü yer alıyor. Uzun bir öykünün parçaları gibi de okunabilen bu eser, aynı zamanda yazarın yaşamından izler taşıması açısından da ayrı bir öneme sahip. Kemal Varol, Notos dergisinin Aralık 2016-Ocak 2017 tarihli 61. sayısında, dedesinin köy köy dolaşarak hikâyeler anlatan biri olduğundan söz ediyor. Dolayısıyla kitaptaki Kelime Nenemin Arabası öyküsünü okuduğumuzda burada anlatılan hikâye anlatıcısıyla yazarın dedesi arasında gerçek bir ilişki kurabiliyoruz. Bu ilişki, yazarın büyülü bir gerçeklikle ele aldığı öykülerin neredeyse tamamında karşımıza çıkıyor.

Sahiden Hikâye’nin Çocukluk Bu adlı bölümünde geçen öykülerde, yaşamın acımasız yüzüyle tanışan çocukların hayata tutunma mücadelesini okuyoruz. Bu bölümde yer alan öyküler, aynı zamanda çocukluktan yetişkinliğe geçişi, dönemin ve coğrafyanın sert iklimini büyük bir gerçeklikle ifade ediyor. Söz gelimi Kopça adlı öyküde, on bir-on iki yaşındaki iki çocuğun gözünden yaşamın büyük bir hızla değiştiğine tanıklık ediyor ve kasaba hayatının zorluğunu tüm çıplaklığıyla okumaya başlıyoruz. Üzerindeki yırtık pırtık elbiseler, ayaklarındaki lastik ayakkabılar ve sokaklardan topladıkları izmaritlerle günlerini boş arazilerde, toprak damlarda ve yıkık duvarların üzerinde geçiren çocuklar, hayatın gerçek yüzüyle farkında olmadan karşılaşıyor ve böylece ‘büyümeye’ başlıyorlar. Aynı kıza âşık olan delikanlıların, mahallenin ‘ağır’ ağbilerinin hikâyelerini dinleyen çocukların, hastalarına gelişigüzel reçeteler yazan ‘deli’ doktorların ve yaşadığı yerden, köylerinden hiç çıkmamış yaşlı kadınların anlatıldığı Sahiden Hikâye, hem mizahi dili hem de masalsı atmosferiyle bize oldukça yakın gelen bir hayatı anlatıyor aynı zamanda.

Kitabın en güçlü öykülerinden biri olan Kron, 1980 darbesinden önceki acılı günleri ele alması ve toplum içindeki çatışmayı ve ayrışmayı büyük bir gerçeklikle ele alması bakımından ayrıca önemli. Üç beş ağaç, beş altı kahvehane ve dokuz on bakkaldan oluşan küçük bir kasabada, Arkanya’da geçen bu öykü, zamanın değişimi ve insanlar üzerindeki etkisini göstermesi açısından da iyi bir örnek. Bu öyküde polis baskınında yakalanmamak için kasabasını terk etmek zorunda kalan Alacalı adındaki karakter, yirmi yıl sonra yaşadığı yere dönüyor ve bıraktığı her şeyin yerli yerinde olduğunu görüyor. Yirmi yıl önce, çay bahçesindeyken apar topar oradan kaçan ve çayını bile yarım bırakan Alacalı, kasabaya döndüğünde yine buraya geliyor ve kendisine çay getiren kahvecinin “Yedi çay borcun var Alacalı!.. Polis, çay bahçesini bastığı gün yedi çay içmiştiniz ve parasını vermeden kaçmıştınız,” dediğini işitiyor.

Kemal Varol, Sahiden Hikâye’deki öykülerle neredeyse hiçbir şeyin -dostluklar da buna dahil- değişmediği, yaşamın aynı sakin akışında ilerlediği, saflığın ve iyiliğin hüküm sürdüğü bir coğrafyaya, uzak bir geçmişe götürüyor bizleri.

mayıs

Sahiden Hikâye/ Kemal Varol/ İletişim Yayınları/ 169 s.

*Bu yazı, Arka Kapak dergisinin Mayıs 2017 tarihli 20. sayısında yayımlandı.