Yeni bir dil olarak çeviri*

çnö

Edith Grossman, Çeviri Neden Önemlidir? adlı kitabında “Bir yapıtı başka bir dil için değiştirdiğimizde o yapıt bize ait olur,” diyerek, bizi çeviri edebiyatın yeni bir tür olduğu gerçeğiyle yüzleştiriyor ve tartışılması gereken konunun odağını da temel hatlarıyla belirlemiş oluyor. Yazınsal bir metnin çevirisi sırasında bir başka paralel metnin de yazılmakta olduğunu belirten Grossman, ortaya çıkan bu ‘ikinci yapıt’ın kendi sınırları içinde kalan ve fazla bükülmeyen bir çerçevesi olduğunu kabul etmekle birlikte yeni bir dilin ve anlatım şeklinin filizlendiğini de ifade ediyor böylelikle. Bu düşünceden çevirmenin de bir yazar ve çevrilen eserin de –bir anlamıyla- yeni bir yapıt olduğu sonucunu çıkarmak mümkün. Burada çevirmenin konumunu sıradan bir okurun durumuyla da ilişkilendirebiliriz sanırım. Okur -kendi dilinde yazılmış olsa bile- bir eseri okuduğu sırada doğal olarak yazarın anlatı dünyasının dışına çıkar ve metnin ondaki çağrışımlarıyla başka bir kanala doğru sürüklenir. Çevirmen de öncelikle bir okur olduğuna göre ortadaki yapıtı bozar ve yeniden kurar. Grossman da kurmaca metnin sonsuz anlatım olanağı dâhilinde böyle bir ilişkinin kurulması gerektiğini savunur ve çokanlamlılığın, çağrışımlarla zenginleşen yeni anlamların ortaya çıkmasını gerekli görür. Bu ilişkiyi biraz daha açarak şöyle diyor: “Amacımız çevirdiğimiz yapıtın özelliklerini, sapmalarını, tuhaflıklarını ve biçimsel farklılıklarını ikinci dilin yabancı sistemi içinde yeniden yaratmayı olabildiğince başarmaktır.”

Böylesi bir ortak üretimin gerçekleşmediğini varsaydığımızda ortaya çıkacak bu ‘ikinci yapıt’ için neler söyleyebiliriz peki? Borges’in kahramanı Pierre Menard’ın Don Quijote’yi yeniden ve sözcüğü sözcüğüne çevirdiğini hatırlatan Grossman, bu modern yorum dolayısıyla asıl eserden bile üstün görülen birebir çeviri için ‘çeviri sözleşmesini ihlal eden’ bir metin yorumunda bulunuyor. Bilimsel makaleler veya çeşitli teknik konularda yapılan çevirileri bir kenara koyduğumuzda yazınsal eserlerin çevirilerinde gerçek metne sadık kalabilmek nereye kadar mümkün olabilir? Tam bu noktada ‘sadık çeviri’ ve ‘özgün çeviri’ arasındaki ilişki üzerinde durmak gerek sanırım. Yazının başındaki alıntıyı bir kez daha düşündüğümüzde edebiyat eserlerinin birebir çevirisinin olamayacağını, herhangi bir metni yeni bir dile kazandırırken yazar/okur/yapıt üçgenine bir de çevirmenin ekleneceğini ayrıca belirtmemiz gerekir. Edith Grossman’ın bir başka çevirmen olan Ralph Manheim’dan alıntıladığı ‘yorumlayıcı performans’ ifadesini bu anlamda önemli buluyorum. Sanatın öteki türlerinde yer alan eser-yorumcu ilişkisinin çeviri edebiyatta da bir karşılığı olduğunu belirten Grossman şöyle özetliyor bu düşünceyi: “Oyuncular canlandırdıkları rolleri anlatan senaryoyla, müzisyenler de çaldıkları besteyle nasıl bir ilişki kuruyorlarsa çevirmenler de özgün metinle aynı türden bir ilişki kurarlar.” Çeviri sürecinde böyle bir ilişkiyi göz önünde tutarak hem yazarın sesine hem de metnin tınısına bağlı kaldığını belirten Grossman, çoğu kez yeni bir sese daha ihtiyaç duyduğunu, bunun da kendi içindeki o özgün ses olduğunu ifade ediyor.

Aynı şekilde çevirinin mümkün olup olmadığı konusunda hâlâ ikilemde kalanlar için bu örnek üzerinden bir başka konuya daha dikkat çekiyor yazar ve şöyle diyor: “Kimsenin aklına bir oyuncunun bir rolü ya da bir müzisyenin bir müzik parçasını yorumlamasının mümkün olup olmadığını sorgulamak gelmez. Oyuncular rolleri, müzisyenler parçaları kuşkusuz yorumlayabilirler; çevirmenler de edebiyat yapıtlarını başka bir dilde yeniden yazabilirler.” Bu cümleden hareketle edebiyat çevirisinin de başka bir alan olduğunu, dolayısıyla çevirmenlerin de tıpkı öteki sanatçılar gibi bir performans yorumcusu olduğunu ileri sürüyor.

Kitapta dikkat çeken bir başka konu da çeviri edebiyatın düşünce dünyamıza katkısı ve tarihsel dönüşümlerdeki yeri ve sorumluğu. Edith Grossman bir yandan dünya edebiyatının gelişme ve genişleme sürecinde çoğunlukla çeviri edebiyatın etkisi olduğunu belirtiyor, bir yandan da akademik incelemelerin etkin gücünü yine çeviriden aldığını savunuyor. Sözü edilen akademik incelemelerin yaygınlaşması ve çeşitli disiplinlerce kabul görmesinin temelinde şüphesiz ki çevirinin rolü ve işlevi yer alsa da Grossman, bu düşünceyi bir adım daha öteye taşıyarak Avrupa Rönesansı’nın da yine çeviri sayesinde yaşandığını ifade ediyor. Eski Yunan felsefe ve bilim eserlerinin önce Latinceye, daha sonra da çeşitli Avrupa dillerine çevrildiğini göz önüne aldığımızda Grossman’ın bu konudaki düşünceleri de karşılığını buluyor elbette. Bu düşünceyi biraz daha açarsak kutsal kitapların da yaygınlaşması ve çeşitli ülkelerde yaşayan toplumlar tarafından kolayca okunabilmesinin yine çeviri sayesinde mümkün olduğu sonucunu çıkarabiliriz.

Tüm bunların dışında Çeviri Neden Önemlidir?’de yer alan istatistiksel bir bilgi, çeviri edebiyatın dünya üzerindeki etkisini ortaya koyması bakımından ayrıca önemli. Grossman ABD’de, Britanya’da ya da İngilizce konuşulan başka ülkelerde her yıl yayımlanan çeviri kitap sayısının Batı Avrupa veya Latin Amerika’dakilere oranla hayli düşük olduğunu belirtiyor. Yalnızca Amerika’da her yıl yayımlanan kitaplar içerisinde çeviri eserlerin oranının %3 olması çevirinin uluslararası arenadaki karşılığına dikkat çekmek için hayli önemli bir veri. Çevirmen Ayşe Ece’nin kitap için yazdığı önsözden öğrendiğimize göre Türkiye’de bu oran %50’lerde. Demek ülkemizde her yıl yayımlanan edebiyat eserlerinin ikisinden biri çeviri. Grossman bu istatistiği paylaşırken Amerikan edebiyat dünyasının öteki dillere kapalı olduğunun altını çiziyor aslında. Farklı bir noktadan baktığımızda –özellikle Türkiye’deki oranın oldukça yüksek olduğunu göz önünde tutarak- bizim edebiyatımızın çeviri konusunda iyi bir çizgi yakaladığını mı düşünmeliyiz, yoksa yerli edebiyatın kısır ve verimsiz eserler üretmesinden dolayı başka dillere yönelmek zorunda olduğumuz/kaldığımız sonucunu mu çıkarmalıyız? Sanırım bu da sorulması ve üzerinde düşünülmesi gereken bir diğer önemli konu.

 Çeviri Neden Önemlidir?/ Edith Grossman/ Çev. Ayşe Ece/ Yapı Kredi Yayınları/ 2017

*Bu yazı, kısaltılmış olarak Arka Kapak dergisinin Nisan 2017 tarihli 19. sayısında yayımlandı.

IMG_20170407_164501

Kasırga ve Yabanmersinleri*

kyb

Çiyil Kurtuluş, yayımlanan birkaç öyküsü dışında edebiyat dergilerinde adını sıklıkla görmediğimiz bir yazar. Uzun süren suskunluğu düşünüldüğü zaman yayımlanan ilk öykü toplamı Kasırga ve Yabanmersinleri’nin büyük bir sabır ve emekle örüldüğü de görülür. Aralarında Sarnıç Öykü ve Notos’un da olduğu birkaç dergide yayımlanan ve ilk kez bu kitapta bir araya gelen öykülerine baktığımızda bu suskunluğun değeri daha da anlaşılır. Kasırga ve Yabanmersinleri on dokuz kısa öyküden oluşan ve her öyküsünde bambaşka durumların ve olayların anlatıldığı önemli bir ilk eser. Çiyil Kurtuluş fazlalıklara yer vermeyen, kısa ve etkili bir yazı dili kurmuş öykülerinde. Bazen karşılıklı konuşmalarla bazense monologlarla ilerleyen bu öykülerde derin ve ustalıklı bir anlatının izlerine rastlamak mümkün.

Kitaba adını veren Kasırga ve Yabanmersinleri, hem kurgusu hem de kurgu bütünlüğünde oluşturulan gerilimle oldukça farklı ve önemli bir öykü. Long Island’da bir evde, Sally ve Kuzey adındaki iki gencin birlikte geçireceği bir akşamın anlatıldığı öyküde, kasabaya yaklaşmakta olan kasırganın haberini alırız ilkin. Başbaşa geçirilecek bir akşam, kasırganın gerilimi ve gecenin bir yarısı kapıyı çalan davetsiz misafirin sürpriz ziyaretiyle alt üst olur. Karakterlerin anlık duygu değişimleri, kasırganın gittikçe artan ve korku salan varlığıyla eşzamanlı olarak gelişir ve öykünün finalinde her şey, büyük bir kopuşa doğru sürüklenir. Çiyil Kurtuluş’un bu öyküsünde kurduğu mekânsal atmosfer, hem sözü edilen kasırganın şiddetli gücünü hem de karakterlerin kişiliklerindeki kırılmaları bütün ayrıntılarıyla resmediyor. Doğrusu böyle güç ve karmaşık bir olayın bütün hatlarıyla ortaya konabilmesi, üstelik farklı coğrafyada geçen bu hikâyeyi kurarken okuru da o dünyaya dahil edebilmesi bir yazar için büyük başarı sayılmalı.

Kasırga ve Yabanmersinleri dışındaki öykülerde yine yazarın yalın ama derinlikli anlatısı kolaylıkla hissedilir. Çiyil Kurtuluş’un hemen her öyküsü basit ve sıradan gibi görünen olayların iç yüzünü, yani açıkça görünmeyenleri işaret ediyor. Bu anlamda öykülerin ele aldığı sorular ve sorunlar, yeni bir okumanın ertesinde daha net anlaşılabilir. Yine de öykülerin merkezinde yanlış bilinenlerin, gizlenenlerin ve tam olarak ifade edilemeyen duyguların ağırlığını rahatlıkla fark edebiliyoruz. Bazen iki gencin dalgakırandaki içten ve gerçekçi konuşmalarını okuruz öykülerde, bazense puslu bir ormanın ortasında köpeğiyle birlikte ilerleyen bir avcının korkusuna ve kararsızlığına tanıklık ederiz.

Her koşulda az sözcükle çok şeyi anlatmaya çalıştığı görülüyor yazarın. Bu tercih okurlarda, öykünün söyleyeceklerini tam olarak söylemediği duygusunu da uyandırabiliyor, çünkü şiirsel dilin kısa öykü içerisindeki etkisi her defasında yeterli olamıyor ne yazık ki. Aynı şekilde noktalama işaretleri, özellikle virgül kullanımı konusunda oldukça tasarruflu davranan yazar, uzun cümleler kurmamaya da özen gösteriyor. Böyle bir yöntem elbette hikâyenin temposu ve coşkulu anlatımı için iyi bir çözüm olsa da, bazı durumlarda öykünün akacağı kanalı tıkama olasılığını da beraberinde getiriyor.

Kasırga ve Yabanmersinleri, Çiyil Kurtuluş’un bundan sonraki verimlerini takip etmek konusunda oldukça iyi ve önemli bir başlangıç sayılmalı, çünkü yazarın kısa öyküleri gittikçe büyüyecek ve güçlenecek bir kasırganın yaklaştığını da alttan alta işaret ediyor.

Kasırga ve Yabanmersinleri/ Çiyil Kurtuluş/ Dedalus Yayınları/ 136 s./

*Bu yazı, Arka Kapak dergisinin Mart 2017 tarihli 18. sayısında yayımlandı.

IMG_n5pvzp

 

Yazının ve yalnızlığın içinde*

 

 

ykb

Dünya edebiyatında sık yazılan ve okunan aşk romanlarının bizdeki karşılığını düşününce bu alandaki verimsiz ve yetersizliğimizi vurgulamak sanırım yanlış olmaz. Özellikle son dönem yerli edebiyatımız içerisindeki eserlere baktığımızda, kimi zaman bireyin çaresizliğini ve yaşadığı dünyaya karşı yabancılaşmasını ele alan, kimi zaman da içinde bulunduğu çevreyle ve ortamla hesaplaşan karakterlerin yer aldığı  kitaplara rastlarız. Hırslarının, kıskançlıklarının, zaaflarının tuzağına düşmüş; aşk acısının getirdiği çaresizlik duygusuyla çırpınan karakterler sanki yavaşça silindi hayatımızdan. Belki artık zamanının geçtiği düşünülüyor, belki de işlenmesi zor bir konu olduğu için artık ondan iyice uzak duruluyor.

Semih Gümüş, Yalnızlık Kime Benzer adlı yeni romanıyla üzerinde pek durulmamış bir konuyu yeniden gün yüzüne çıkarıyor ve okurunu saplantılı bir aşk hikâyesinin ortasına bırakıyor. Kitabın adsız karakteri, yaşadığı kısa süreli bir ilişkinin ertesinde kendini odasına kapatıp bir roman yazmaya koyuluyor ve aşkını, hayatı, yazıyı sorgulayıp yeniden anlamlandırmak için hem edebiyatın hem de yaşamın içinden edindiği gözlemlerle uzun bir yolculuğa hazırlanıyor. Üstelik bu yolculukta yalnızca hatıraları ve acıları eşlik ediyor ona. Lâl adlı eski sevgilisini ve onunla yaşadıklarını düşündükçe kendini büyük bir boşluğun içinde bulan anlatıcı-yazar, hem okuduğu kitaplardaki karakterlerle hem de dış dünyayla bağlantısını koparmadan başka bir gerçekliğin içinde sürüklenmeye başlıyor böylece. Anlatıcı-yazar, bir yerden sonra düşünce ve içseslerinden gittikçe uzaklaşıyor ve sevdiği roman kahramanlarının yaşamlarına sızıp onlardan biri hâline geliyor.

YALNIZLIĞA AÇILAN BİR PENCERE

Yazar, romanın yazılış süreci boyunca başka bir gerçekle daha yüzleşiyor elbette. O da yalnız olmanın, bütünüyle yalnız kalmanın getirdiği çaresizlik ve yetersizlik duygusu. Yaşadıklarıyla hesaplaşmaya başladıkça onu yalnızlığa iten gerçek duygunun kaynağına inmeye çalışıyor ve bu arayışla birlikte kendini başka roman karakterleriyle özdeşleştiriyor. “Okumak ya da derin düşünmek, sevdiğin insanın yalnızlığına açılan bir pencere olabilir” diyen anlatıcı, bir insanı gerçekten anlamanın mümkün olup olmadığı sorusunu sorarak başka bir alana çekiyor düşüncelerini. Bir insanı gerçekten tanımak veya onun yalnızlığını keşfetmek mümkün mü? Şöyle diyor yazar: “Onu anlamak için aklına, zihnine, duygularına girebilirsin, oradan açılan her kapının karşısında kapalı bir kapının daha olduğunu görüyorsun ve ancak bütün kapıları açtığın zaman onu çözmüş olacaksın.” Anlatıcı, bu görüşten hareketle bir yazarı gerçekten ne kadar anlayabildiğimiz konusunu da düşünmeye başlıyor. Herhangi birinin yalnızlığını bile anlamanın ve paylaşmanın olanaksız olduğunu itiraf eden anlatıcı, bu sebeple yazarları da gerçekten tanıyamayacağımızı belirtiyor. Kâbuslarımız aynı olmadığı için Kafka da kolay okunmuyor ona göre çünkü yalnızlığın bile türleri var. Yalnızlığı yakasına takıp yaşayanlar ve çaresiz yalnızlığın içinde yaşayanlar diyor anlatıcı.

Bu ikisi arasındaki ayrım oldukça önemli. Tabii burada yazar ve kahramanı arasındaki benzerliğe de dikkat çekiliyor belli ki. Anlatıcı, Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ından, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ından, Georges Perec’in Uyuyan Adam’ından örnekler vererek kendi yalnızlığını ele alıyor; yazar ve kahramanı arasındaki yalnızlığın benzerliğini bir kez daha düşünmemizi istiyor.

İlk başta romanın anlatıcısı olarak karşımıza çıkan yazar, aşkını hatırlayıp çektiği acıları bir kez daha hissedince eski sevgilisi Lâl’i de hikâyeye dahil ediyor. Yazar, Lâl’le birlikte geçirilen akşamları, yenen yemekleri, içilen içkileri bir kez daha hatırlıyor ve yazımı süren roman da böylece şekilleniyor. Başka kahramanlarla kurulan ilişki şimdi biraz daha güçleniyor ve bu düşünsel yolculukta Lâl de onlara eşlik ediyor. Romanın ilginç kurgusu içinde okurun da bir kahraman olarak yer aldığını belirtebiliriz elbette. Yazar, kimi zaman okuması ve üzerinde düşünmesi için Lâl’e çeşitli kitaplar öneriyor ve sonra bunlar hakkında konuşmaya, yorum yapmaya başlıyorlar. Biz de bir yerden sonra okur olarak Lâl’in yerine geçiyor ve anlatıcının –belki gerçek yazarın- önerdiği kitapları, anlattığı kahramanları büyük bir dikkatle takip etmeye başlıyoruz.

“BAŞKA TÜRLÜ BİR DÜNYA”

Anlatıcı, odasına kapanıp yazdığı kitaba yoğunlaşınca dış dünyada yaşananları da unutmuyor elbette. Kendi aşkı ve yalnızlığıyla yüzleşirken bir yandan da içinde bulunduğu toplumla hesaplaşmaya başlıyor. Yazarın yaşadığı bu büyük yalnızlığın arkasında derin bir umutsuzluğun olduğunu öğreniyoruz böylece. Yalnızca aşk ve yalnızlık acısı değil, aynı zamanda varoluş sıkıntısı da çekiyor yazar. Sözgelimi şöyle bir ifade yer alıyor kitapta: “Bu toplum, bizi alabora etmek için üstümüze yürüyen bir gündüz-gece şeytanı, istediği korku için bir anda binlerce kişiyi hiçbir şey hissetmeden yok edebilir.” Aynı şekilde “Genç ölülerin sokaklarda sürüklendiği bir zamanın kendi mezarını aradığını düşündükçe ümidimi yitiriyorum” cümlesi de yazarın umutsuzluğu konusunda bize yeterince bilgi veriyor. Kitabın bir yerinden sonra gerçek yazar olarak Semih Gümüş’ün düşünceleri ve hatıralarıyla romana dahil olduğunu belirtebiliriz. Yazarın ilkgençlik yılları, o baskıcı dönemde yaşananlar, arkadaşlarıyla kurduğu sağlam dostluk ilişkileri ve inandıkları, uğruna amansızca çarpıştıkları mücadele de kitapta büyük bir yer kaplıyor. Yalnızlığın en çok neye/kime benzediğini düşündükçe, ‘yalnız’ sözcüğünün uzandığı yan anlamlar da genişleyip çoğalmaya başlıyor.

Yazar, son bölümde arkadaşları dövülerek gözaltına alındığı zaman onları yalnız bırakmamak için zorla polis minibüsüne atladıkları yılları büyük bir özlem ve üzüntüyle anıyor ve yalnızlık duygusunun eski zamanlardaki karşılığının başka olduğunu, gittikçe daha büyük bir yalnızlığa doğru itildiğimizi ifade ederek şöyle diyor: “Başka türlü bir dünya vardı eskiden. Daha iyi ya da kötü değil ama büyük bir uyanış, düşüncenin kanatlandığı yıllar, birbirini dinleyen insanlar, seslerin rüzgârla savrulup toparlandığı zamanlar, sonra derin bir uyku.” Yazar geçmişteki olayları hatırladıkça aşkta olduğu gibi şimdi toplum içinde de yalnız olduğunu bir kez daha anlıyor.

Yalnızlık Kime Benzer, biten bir aşkın izlerini sürerken hem edebiyatın hem de toplumsal hafızanın içinden geçerek çok yönlü bir anlatı dünyası kuruyor. Yazıya, hatıralara, yakın tarihimize ve edebiyatın bütün yalnız karakterlerine seslenen Yalnızlık Kime Benzer, aşk acısının varoluş sıkıntısıyla, yalnızlık duygusunun umutsuzlukla harmanlandığı bir edebiyat ve düşünce kitabı aynı zamanda.

Yalnızlık Kime Benzer/ Semih Gümüş/ Can Yayınları/ 120 s.

*Bu yazı, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki’nin 20 Nisan 2017 tarihli 1418. sayısında yayımlandı.

SEMIH GUMUS