Bulanık bir ayna*

fazlaelli

Altay Öktem, yirmi yılı aşkın bir süredir edebiyatımızın hemen her türünde ürün veren yetkin bir isim. Yakın bir zaman önce yeni baskısı Yitik Ülke Yayınları tarafından yapılan Eski Bir Çocuk 1992’de ve ertesi yıl Beni Yanlış Öptüler Aslında adlı kitapları yayımlanan Öktem, daha sonra Çamur Şiir (1995), Her Şey; Oda Kırbaç Ayna (1998), Sokaklar Tekin Değil (2003), Parça Tesirli (2005) ve Dört Kırıtık Opera (2009) isimli şiir kitaplarıyla verimliliğini sürdürdü. Almış olduğu Ali Rıza Ertan (1988), Yaşar Nabi Nayır (1990), Orhon Murat Arıburnu (1995) ve Cemal Süreya (2000) Şiir Ödüllerini göz önünde bulundurarak rüştünü ispatlamış bir şair diyebiliriz Öktem için.

Öküz ve Penguen gibi çok okunan ve diğer başka dergilerde yayımladığı yazılarını Hayat Bazen Çentiklidir, İçimde Bir Boşluk Var, Yaram Yanlış Yerde ve Sık Rastlanan Hastalıklar Atlası adlı deneme kitaplarında toplayan Öktem’in, aynı zamanda Aslında Saçları Siyahtı ve Sonsuz Sıkıntı adında iki öykü kitabı; Filler Çapraz Gider, Tanrı Acıkınca, Bu Kitaptan Kimse Sağ Çıkamayacak ve O Adam Babamdı adlı dört romanı var. Bunca başarılı işlerin yanı sıra kendisi, yeraltı edebiyatı hakkında yapılan hemen her söyleşide, bildiride ve röportajda; kısaca yazılı ve görsel tüm çalışmalarda fikir beyanında bulunması için öncelikle aranan isimlerin başında geliyor. Özellikle ‘illegal’ okur ve yazarların gözdesi olan fanzinlerden bahsedilince Öktem, yine bilirkişi olarak ulaşılan isimlerden. Yüzlerce fanzini incelediği ve âdeta birer başvuru kitabı olarak okunması gereken Şeytan Aletleri’nin yanı sıra maalesef şu an için yeni baskıları bulunmayan, Genel Kültürden Kenar Kültüre 101 Fanzin ve Şehrin Kötü Çocukları adlı kitaplarında da tüm bunları görmek mümkün. Bir dönem edebiyat dergiciliğinde önemli bir durak sayılan Karakalem dergisinin de editörlüğünü üstlenen Öktem, yedi yıllık bir aradan sonra çıkardığı Fazla Elli’yle yeniden şiirin gündeminde.

BARDAKTAN TAŞAN ŞİİRLER

Öktem’in uzun bir suskunluk döneminden sonra çıkardığı Fazla Elli’yi öncelikle derin bir hesaplaşma ve yüzleşme kitabı olarak nitelemek mümkün. Şairin, ellisine kadar yaşadığı, gördüğü ve tanıklık ettiği bir hayatın izlerine rastlıyoruz tüm dizelerde. Kitabın aynı zamanda açılış şiiri de olan “Fazla Elli”de “artık yaşım elli/ artık açıyorum defteri” diyen Öktem, kendi hayatında ve içinde bulunduğu toplumda olan biten her şeyi gerçekçi bir bakışla dile getiriyor. Yedi yıl süren bu uzun sessizliğin şairde bıraktığı izler, aslında içinde yaşadığımız toplumun meseleleriyle büyük oranda örtüşüyor. Böylesi uzun bir süreç elbette herhangi bir bireyin özel yaşamını değiştirebileceği gibi bir ülkenin kaderini de dönüşüme uğratabilir. Kişisel buhranların temelinde siyasî ve otoriter bir sistem anlayışının egemen olduğunu kabul edersek Fazla Elli’de yer alan şiirleri de bozulmaya ve çürümeye terk edilmiş bir ülkenin toplum üzerinde oluşturduğu tahribatla ilişkilendirebiliriz.

Oldukça güçlü imgelerle örülü “bira bardaktan taşıyor, bardaktan taşıyor bira” adlı şiirde bireyin ve toplumun, dayatılan onca baskı karşısındaki kayıtsız tavrı açık bir biçimde işleniyor. Buradaki bira sözcüğü, dışlanan ve istenmeyen bir azınlığı işaret etmesi bakımından önemli.

Bardağın taştığını, artık neredeyse yasak bir sözcük olan “bira” ile dile getiren şair, sözcüklerin yer değiştirdiği ikinci cümledeki “bardaktan taşıyor bira” dizesiyle de esaslı bir uyarıda, hatırlatmada bulunuyor. Gittikçe bastırılmış bir topluluğa dönüştüğümüzü ve çeşitli yaptırımlar sonucu yaşantımızın nasıl da “düzeltildiğini” yine bira imgesi üzerinden ifade ediyor Öktem: “İçip içip şişe çevirmiyoruz en azından/ boşalan şişeyi tezgâhın üstüne/ koyuyoruz efendice.” Aynı şiirin öteki dizelerinde de bu etki karşısındaki “tepkisizliğimize” dikkat çekiyor: “Farkında bile değiliz, sanki hepimiz/ camekândan bakıyoruz kendimize/ … “yan yana iki saksı gibiyiz artık/ değmeden duruyoruz birbirimize.”

“YÜZLEŞMEKTEN KAÇINMA”

Öktem’in kitap için seçtiği Fazla Elli başlığı, ilk bakışta şairin yaş dönümünü işaretleyen bir gönderme olarak anlaşılsa da bu başlığın kendi içinde kalabalık bir anlam taşıdığını da belirtmek mümkün. Elliden fazla olmak ve fazla eli olmak arasındaki bağlantıyı, yaş aldıkça çoğalan ve büyüyen bir güç olarak düşünebiliriz. Yaş almak ve çoğalmak arasındaki ilişkiye şu dizelerde dikkat çekiyor Öktem: “Yaşamak, geçmişi kalabalıklaştırmaktır yalnızca// insan yaşlandıkça kalabalıklaşıyor mu ne?”

“Fazla el” nitelemesindeki gizil güç, bize, yaşam mücadelesi karşısındaki donanımımızı hatırlatması bakımından da ayrıca önemli. Öktem, yaşamdaki onca haksızlığa ve zorbalığa karşı koyabilmenin mümkün olduğunu dolaylı biçimlerde belirtiyor Fazla Elli’de. Tam da burada George Orwell’in, halkı ilgilendiren büyük olaylar karşısında sessiz kalmayı tercih eden romancılar için yaptığı “aylak” benzetmesini hatırlatarak Öktem’in şair sorumluluğu ve bilinciyle hareket ettiğini de ayrıca belirtmemiz gerek.

İçinden geçtiğimiz bu sancılı dönemde gerçekleşen nedensiz ölümlere iyimser bir cevap niteliğinde okunabilecek “Karşılaşma” adlı şiirdeyse bu saklı umudun var olduğunu şu dizelerle dile getiriyor şair:  “Yüzleşmekten kaçınma/ şunu bil ki, hiç kimsenin boş yere/ kanatları dökülmez yeryüzüne.”

Kendimizle hesaplaşıp yüzleşebilmek için bir ayna da bizim için tutuyor Öktem. Bu ayna biraz karanlık, biraz bulanık ama her seferinde gerçeği yansıtıyor. Sessiz kalmamak ve umudu her zaman diri tutmak için “Kuşku” şiirindeki dizelere kulak vermeli: “Bir kuşun ölmeden önce/ geçtiği son gökyüzünü hiç kimse/ kaldıramaz coğrafya kitaplarından/ o kitaplar yabancı olsa da bize.”

altay-öktem2

 Altay Öktem/ Fazla Elli/ Mylos Kitap/ 80 s.

*Bu yazı, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki’nin 2 Haziran 2016 tarihli 1372. sayısında yayımlandı.

Gerçek ile Hayâl arasında bir pencere*

arka

 

Roman sanatının tarihsel serüveni yazıldıkları ülkelerin siyasî dönüşümleri ekseninde buhran yıllarına, kriz dönemlerine ve en çok da global dünyanın içinde bulunduğu mevcut politik koşullara göre şekillenmiştir. Tarih sahnesinde kitleleri etkisi altına alan her baskıcı yönetim, beraberinde yeni bir sanat akımını veya var olan sömürü anlayışına baş kaldıran bir düşünceyi de ortaya çıkarıyor. Kraliçe Victoria’nın hüküm sürdüğü ve Britanya Sanayi Devrimi’nin de yükselişe geçtiği 1837-1901 arasında geçen yıllar, Britanya halklarının çöküşe sürüklendiği karanlık bir dönemin de başlangıcı oldu. Sosyal eşitsizliğin; iktisadî, kültürel ve ideolojik yapılanmalardaki tahribatın ağır bir biçimde hissedildiği bu yıllar yalnızca Britanya İmparatorluğu’nu değil, gelişmekte olan başka ülkelerin de siyasal ve toplumsal hayatına büyük bir darbe vurmuştu. Böylesine karanlık bir dönemin toplumsal hayata karşı tutunduğu mesafeli bakış, belirli bir zaman sonra yerini daha soyut ve gerçekçi bir anlayışa, elbette edebiyata bırakacaktır.

1882 yılının Londra’sında dünyaya gelen Virginia Woolf da bu ‘parlak’ çağın gölgesinde büyümüş ve dönemin karanlığına baş kaldıran bir aydın olarak ülkesinin yaşadığı yozlaşmayla yüzleşebilmişti. Henüz on üç yaşındayken hikâyeler yazmaya başlayan Woolf, kısa bir süre içerisinde farklı bir yazı disiplini geliştirerek dönemin diğer yazarları arasından sıyrılmayı başardı. Virginia Woolf edebiyatı için öncelikle modernist bir yaklaşımdan söz etmek mümkün. Buradaki ‘modern’ ifadesi, az önce sözünü ettiğimiz Victoria Dönemi’ndeki yazarların gelenekçi ve muhafazakâr yazı ahlâkını elinin tersiyle iten son derece yenilikçi bir edebiyat anlayışıdır. Virginia Woolf insanı yücelten, sistemin başarısını mutlu karakterler üzerinden dile getiren, farklı yaşam biçimlerini adeta göz ardı ederek yerleşik ve sıradan bir aile düzenini tasvir eden eserlere karşılık olarak daha somut, gerçekçi ve çözümleyici bir bakış açısı geliştirir.

Belirgin üslup anlayışının açık şekilde görüldüğü ünlü romanı Deniz Feneri’nde, küçük bir aile yaşantısı etrafında çağının değerlerini sorgulamaya ve bunu yaparken de kalıplaşmış düşünce biçimlerini kırarak olaylara basit duygularla yaklaşmaya çalışmıştır Woolf. Deniz Feneri’ni, otobiyografik ögelere ve bilinç akışı tekniğiyle sınırları zorlayan bir yazı biçimine sahip olmasıyla yazarın öteki  eserleri arasında farklı bir yere koyabiliriz. Deniz Feneri üç bölümde sonlanan, kimi kez geri dönüşler ve zamanlarası göndermelerle çok boyutlu bir dünya yaratan etkili bir eser.

Romanın ‘Pencere’ adlı ilk bölümünü hikâyenin geliştiği, karakterlerin duygu dünyasının en net hatlarıyla ortaya konduğu kısım olarak yorumlayabiliriz. Buradaki ‘pencere’ sözcüğü hikâyedeki somut bir mekânı tasvir etmesinin yanı sıra, bir hayatın içerisi ile dışarısı arasındaki sınırı işaret etmesi bakımından da önemli. Romanın ünlü giriş cümlesini hatırlamakta fayda var:

“’Evet, yarın hava iyi olursa, elbette,’ dedi Mrs. Ramsay.”

İlerleyen cümlelerden anladığımıza göre Mr. ve Mrs. Ramsay’in küçük çocukları olan James, Deniz Feneri’ne gidebilmek için annesinden izin istiyor. Mrs. Ramsay’in bu iyimser cevabından az sonra, hikâyenin baskın karakterlerinden biri olan Mr. Ramsay’le tanışıyoruz. Yazarın Mr. Ramsay’i konumlandırdığı yer, aslında tüm hikâyenin de bir özetini taşıyor:

“’Ama’ dedi babası salon penceresinin önünde durarak, ‘olmayacak’”

İlk bölüm süresince –ki yaklaşık birkaç güne denk düşer- Ramsay ailesinin karakterlerini yer yer monologlar, alan tasvirleri ve çoğunlukla da bilinç akışı tekniği sayesinde tanımaya başlarız. Hikâye belirgin bir olay örgüsüne sahip olmasa da bu kesik kesik ifadelerle birlikte dağınık, ama kendi içerisinde tutarlı bir dünyanın içerisine dahil eder bizi Woolf. Romandaki başlıca nesneler, o zamanların tipik bir aile yaşantısını üstü kapalı bir biçimde özetliyor aslında. Uzaklardaki ve oraya gidilmesi oldukça güç olan Deniz Feneri, ütopik bir hayâl olarak yer alıyor kitapta. Olayların düğüm noktası olarak da yorumlayabileceğimiz Mr. Ramsay ve onun baskın karakteri ise, yazının başlarında sözü geçen gelenekçi aile yaşantısını resmedebilmek için uygun bir metafor. “O ne derse doğruydu. Hep doğruydu. Yanlış yapması imkânsızdı; gerçeği hiç çarpıtmazdı; herhangi bir ölümlünün keyfi kaçmasın diye nahoş bir sözcüğü yumuşatarak söylediği olmamıştı hiç…”

Virginia Woolf küçük bir İngiliz ailesi üzerinden geleneksel toplum yaşantısını aktarırken, karakterlerin davranışlarını veya fiziksel özelliklerini betimlemekten özellikle kaçınıyor; gerçeği ancak onların duygu dünyalarındaki çatlaklardan görebileceğimize bizi inandırıyor. Deniz Feneri’ni modern romanlar arasında ayrıcalıklı kılan özellik belki de tam olarak budur. Gerçeği ortaya çıkarmaya çalışırken insanî olan duyguları temel alır Woolf. Düşüncelerin, davranışların ve eylemlerin çoğu zaman bir yaşamı betimlemek için yetersiz olduğuna inanır. Karakterlerin psikolojik derinliklerine inerek mutlak gerçekliğe ulaşmayı dener böylelikle. Bu derinlikte elbette insana ait olan her duygu –güven, özveri, hırs, kibir, masumiyet- bütün saflığıyla karşımıza çıkar. Romanın ilerleyen bölümleri aynı izlek etrafında gelişse de büyük bir kırılma veya nihai bir dönüşümden söz etmek oldukça güç. James Ramsay uzun bir süre sonra ablası ve babasıyla birlikte nihayet Deniz Feneri’ne gider. Fakat çocukluk zamanlarındaki o büyülü dünya, yani deniz fenerinin ışıldayan cazibesi yerini donuk ve sıradan bir gerçekliğe bırakmıştır artık. Masumiyetini kaybeden her birey kadar büyümüştür James. Bir hayâlin gerçekleşmesinin aslında en büyük hayâl kırıklığı olduğunu öğrenecek kadar hem de.

***

 

Virginia Woolf yaşamın düzensizliği ve tekrarı karşısında duygu dünyamızın hiçbir zaman mutlak bir gerçekliğe ulaşamayacağını belirtir. İşte bu sonsuz devinim, ancak bilincin kırılması, dağılması ve çoğalmasıyla mümkün olacaktır. Bu algısal gerçekliğin üstesinden gelebilmek için de romancının ödevini şu cümlelerle ifade eder Woolf:

“Yaşam bakışık bir biçimde sıralanmış görüntülerden oluşmaz, yaşam bizi tüm bilincimizle sarıp kuşatan ışıklı bir ayla, yarı saydam bir zardır. Romancının görevi, ne denli düzensizlik, ne denli karışıklık gösterirse göstersin, durmadan değişen bu bilinemeyen, bu başıboş ruhu, elinden geldiğince, yabancı ve dış öğeler karıştırmadan anlatmak değil midir? Biz yürekliliği ve içtenliği savunuyoruz, romanı oluşturan gereçlerin, geleneğin gösterdiğinden biraz daha farklı olduğunu anlatmak istiyoruz.”

*Bu yazı, Arka Kapak dergisinin Mayıs 2016 tarihli 8. sayısında yayımlandı.

Ölümün hatırası*

gp

Georges Perec her ne kadar deneysel romanlar kaleme alan, oyunbaz bir yazar olarak bilinse de yazmış olduğu eserlerdeki sıradışı kurguyla gerçek/gerçeküstü hikâyeler ortaya koyan; eşsiz mizah gücünü keskin gözlemlerle harmanlayan usta bir anlatıcı aynı zamanda.  Başka hayatlar hakkında yazmayı tercih eden ve bu hayatları bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktan çekinmeyen yazarlar, aynı zamanda kendi hayatının karanlığına bakabilen ve gerçek ışığı da işte bu karanlıkta arayanlardır. Georges Perec’in acılar ve talihsizliklerle dolu yaşamına göz attığımız zaman eserlerindeki mutsuz ama iyimser; hüzünlü ama komik; beceriksiz ama hayata tutunabilen karakterleri daha iyi anlarız.

Perec çocukluk anılarını elbette  uzun uzadıya ele almaz eserlerinde. Bazen küçük bir işaret veya yerinde bir tesadüfle onun kayıp çocukluğuna tanıklık ederiz ama bu ‘kasıtlı’ tesadüf Perec’i bir noktadan sonra hayali bir karakter, ulaşılmaz bir yabancı olarak da anlamamıza neden olur. Küçük ipuçlarını takip ederek büyük resme ulaşma çabamız, belki de yazarın bizimle oynadığı oyunun bir parçasıdır. Bu oyundaki belirsizliği kötü geçmiş bir çocukluğun izlerini yok etme, gizleme girişimi olarak düşünmek de mümkün. İşte sıradışı kurgulara ve sürprizli anlatımlara başvurarak okurunu gizemli bir labirentin içine hapseden Perec, diyebiliriz ki oyunsuz büyüyen bir çocuğun eksik bırakılan neşesini, heyecanını taşır yazılarına. Kurmaca ile gerçek arasında sıkışan eserlerinde gerçeği görmek, daha doğrusu kendi hayatının gerçekliğine ulaşmak belki de bu yüzden oldukça zordur.

“W ya da Bir Çocukluk Hatırası**” adlı anlatı kitabını, unutulmaya yüz tutmuş çocukluk günlerini yazarak hatırlamaya çalışan bir yazarın not defteri gibi değerlendirmek mümkün. Bu kitap, kendi geçmişini arayan bir yazarın –Perec’in- belli belirsiz hatırladığı anılarla yüzleşebilmesini konu ediniyor ilk bakışta. Fakat kitabın paralel kurgusunda yer alan -W adlı- ütopik bir dünyanın gerçeklikten uzak hikâyesini okurken yine Perec’in tuzağına düşeriz. Anlatının başlangıcında ve kesik kesik ilerleyen bölümlerinde Perec’e ait olduğunu düşündüğümüz hatıralar, bir yerden sonra düşsel bir yolculuğun içinde ilerlediğimizi ve anlatılanların neredeyse karmaşık bir rüyadan ibaret olduğunu hissetmemize neden olur. Kitabın girişinde “Hikâyemin kahramanı değilim. Tam olarak ozanı da değilim… Sulara gömülmüş bu dünyayı ziyaret ettim ve işte gördüklerim” diye söze başlar Perec. Daha sonraysa çocukluğuna ilişkin pek bir şey hatırlamadığını, bu yazma girişimini de tam olarak yokluğu var etme çabası olarak gördüğünü ifade eder. Aslında çocukluğunun bütün hikâyesini şu paragrafa sığdırmıştır: “Çocukluk hatıram yok. Aşağı yukarı on ikinci yaşıma kadar, kişisel tarihim birkaç satırdan ibaret: Babamı dört yaşında, annemi altı yaşındayken kaybettim; savaç süresince Villard-de-Lans’taki çeşitli pansiyonlarda kaldım. 1945’te babamın ablası ve kocası beni evlat edindiler.”

Geçmişi hatırlamaya çalışmak yazarın en büyük hayâli değildir elbette. Ailesine karşı duyduğu özlemin bir şekilde kağıda dökülmesi için ve sadece kişisel bir hesaplaşma duygusuyla yazar çocukluk hatıralarını. Elinde kalan birkaç fotografla annesi ve babası hakkında türlü hikâyeler oluşturur ve bunların çoğuna kendi de inanır. Babası berberlik, dökmecilik ve kalıpçılık yapmış bir işçi olsa da -kısa süren askeri hayatına rağmen- onu gerçek bir asker olarak hayâl ettiğini söyler. Bu hayâl o kadar gerçeğe dönüşür ki, okul ulaşımı için halasının verdiği harçlıkları ‘kurşun asker’ almak için kullanır ve pişmiş topraktan bozma bu oyuncakları büyük bir sevinçle biriktirmeye başlar. “Babam için pek çok şanlı ölüm hayal ederdim. En güzeli, posta eri olarak general Falancaya zafer mesajını taşırken makineli tüfeklerle taranmasıydı. Birazcık budalaymışım. Babam saçma ve yavaş bir ölümle ölmüş.”

Hatıralar boyunca yazının gücü ve anıların belirsizliği birbirini destekler, çoğaltır ve yazılması mecbur bir eser ortaya çıkar. Annesi hakkında hatırladıkları daha fazladır Perec’in. Gerçi savaşın ortasında büyüyen annesini düşündükçe pek de iyi şeyler canlanmaz zihninde. Annesinin çocukluğunun sersefil ve olaysız geçtiğini tahmin eder yalnızca. Yahudi ve yoksul bir aileden geldiği için yaşamının ne denli zorluklarla geçtiğini hayal eder ve mezarının yeri bile belli olmayan annesi için üzülmekle yetinir. Annesinin nasıl yaşlandığını gözünün önüne getiremez. Onun nasıl büyüdüğünü, ne keşfettiğini, ne düşündüğünü tahmin edebilmekle teselli bulur. Fakat yine de iyimser bir tutumla annesinin büyük bir felaketin eşiğine sürüklenmediğini; eskiden neler yaşıyorsa, neler hissediyorsa onları yaşamaya, hissetmeye devam ettiğini düşünür Perec. Yoksulluk, korku ve cehalet… Çünkü savaşın ortasına -1913’te- doğan ve dünyaya kadın olarak gelen bir Yahudi için hayat ne demekse, annesi için de durum buydu. Okuma yazmayı bile öğrendiği şüpheli olan bir kadın, kocasını savaşta yitirir; çocuğunu bir başkasına emanet eder ve ortadan kaybolur. Yıllarca kayıp olan annesinin, Auschwitz kampında öldüğü haberi gelir yıllar sonra. Annesiyle son görüşmelerini net bir biçimde hatırlar Perec. Son hatıradır bu. 1942 yılında Lyon Garı’nda, Villard-de-Lans’a gitmek için bindiği trenden gördüğü son görüntü, perondan ona beyaz bir mendil sallayan annesinin hüzünlü görüntüsüdür. Annesi ertesi yıl götürülür Auschwitz kampına. Bu talihsiz olay için sadece şunları söyler Perec: “Ölmeden önce doğduğu ülkeyi yeniden gördü. Ne olduğunu anlamadan öldü.”

Çocukluğuyla yüzleşebilmek için hatırlamaya çalıştığı anılar pek de iyi gelmez Georges Perec’e. Ama o sadece yazmak istemiştir zaten. Belki de yazarak hatırlamak, unutmak için… Neden böylesi bir hesaplaşmanın içine girdiğini anlattığı bölümde, hatıralar ve yazı arasındaki ilişkiyi şöyle açıklıyor.

“Bir şey söylemeyeceğimi söylemek için yazmıyorum, söyleyecek bir şeyim olmadığını söylemek için yazmıyorum. Yazıyorum; yazıyorum çünkü birlikte yaşadık, çünkü onlardan biriydim, onların gölgelerinin ortasında bir gölge, onların bedenlerinin yanı başında bir bedendim, yazıyorum çünkü onlar bende silinmez izlerini bıraktılar ve bu iz de yazı: hatıraları yazıda öldü; yazı onların ölümünün hatırası ve benim hayatımın olumlanması.”

 ** W YA DA BİR ÇOCUKLUK HATIRASI/ Metis Yayınları 2010, 2012/ Çeviren: Sosi Dolanoğlu

*Bu yazı, Peyniraltı Edebiyatı dergisinin Mayıs 2016 tarihli 36. sayısında yayımlandı.