Atın akıbeti ya da zamanını beklemiş bir film

Bela Tarr, sonradan ve üzülerek öğrendiğim kadarıyla 2011 yılında İstanbul Film Festivali’nin konuk yönetmeni olarak Türkiye’ye geliyor.
Satantango(Şeytan Tangosu) filminin efsanesi zaten hep dillerdeydi. 8 saatlik bir filmi 12 planda çekebilmiş tuhafötesi bir adam..
İstanbul’da filmin galasına katılan seyircilere, yaptığı bu radikal filmi ‘beğenmeyebileceklerini’ belirterek onları bu şölenle baş başa bırakıyor. Zaten bu film Bela Tarr’ın jübilesi. Sinemayı bırakıyor. Ve beklentiler elbette en yükseklerde. Filme dayanamayıp salonu terk edenler olduğu kadar, film bittikten sonra uzun bir müddet kendilerine gelemeyenler de var. Gerçek şu ki, o akşam aynı salonda, aynı perdede akan o filmi Bela Tarr’la birlikte izleyemedikten sonra, bu şölenin tadı hep eksik kalacak.
Neydi Torino Atı’nın hikayesi, oradan devam edelim.
Öncesi elbette Nietzsche’nin hikayesi…
Şöyle ki; bir gün meydanda gezer iken Friedrich Nietzsche, yolun kenarında bir at ve o atın sahibine rastlar. Yerinden kımıldatamadığı atını kırbaçlayan adamın yanına yaklaşır Nietzsche. Ve ata sarılır, ağlar..
Hikaye bu kısmıyla çok da enteresan sayılmayabilir. Fakat o günden sonra Nietzsche’nin bir suskunluk dönemine girmesinin/suskunluk döneminden çıkamamasının ve izleyen yıllarda artık konuşmayan bir filozofa dönüşmesinin fişeği olarak sayılır bu rastlaşma hikayesi. Yaklaşık on yıl sonrasında da sessizce ölecektir Nietzsche.
Filmin çıkış hikayesi bu mudur, pek sayılmaz.
Sahne başlangıcındaki anlatıcı, kabaca bu olaydan bahseder, devamında şuna benzer bir güzel soruyu da ekleyerek: ” Bu olaydan sonra Nietzsche’nin akıbeti bellidir, peki ya atın? “
Hikaye, bu soruyla birlikte daha da izlenesi ve merak edilesi duruyor işte.
Uzun bir planla açılıyor film.
Rüzgarlı bir havada atıyla birlikte savrularak ilerleyen yaşlı bir adam vardır görüntüde. Yaklaşık beş dakika boyunca da aynı sahne devam edecektir…
Aynı evde yaşayan yaşlı bir adam ve onun genç kızının altı güne dağılan yolculuğu vardır hikayenin temelinde. Tabii birinci karakter olan atı saymazsak. Rüzgarlı bir bozkırın ortasında, ahşaptan bozma bir barakada yaşayabilme, daha doğrusu hayatta kalabilme mücadelesine tanıklık ediyoruz. Bu çetin hayatın ortasında, mümkün olduğunca az iletişim, az yemek, az duygu ve çokça bir çabayla devam ediyor günler. Çingene bir ailenin tehdit ve tahriğinden sonra evlerini bile değiştirmek zorunda kalıyorlar. Yeni bir barakada eski hayatlarına kaldıkları yerden devam ediyorlar.
Aslında hep aynı şeye devam ediyorlar, aynı şeyleri yaşayıp duruyorlar.
Peki nedir filmi, bence, bu kadar değerli ve özel kılan? Elbette yönetmenin bakış açısı…
Sinemasal sayılabilecek hiçbir numaraya başvurmadan kotarıyor filmi Bela Tarr. Oyunculuk, alışılagelmiş oyunculuklardan tümüyle farklı. Zaten aslında ‘oyunculuk’ bile yok filmde. Farklı çekim özellikleri yok, değişik kamera açıları yok, ‘estetik’ bir yorum katma telaşı yok, kurgu bütünlüğünü inandırıcı kılabilmek için uydurulmuş argümanlar yok, hele ki neredeyse her filmin olmazsa olmazı sayılan o ‘kırılma noktası’ yok!
Belki de oldukça bükülme noktası var.
Durağanlığı ve doğallığıyla insanı gerçekliğin tam içine yerleştiren fazlaca mizansen var.
Uzun planlar boyunca her sekansın içerisine sığdırılmış çok özel an’lar var…
Evet, yaklaşık üç saatlik bu filmde genel olarak bunlar var.
Dupduru bir hikaye, yalın gerçeklik, insanî bir yorum ve belki en önemlisi, hikayeye dahil olabilme, onunla birlikte yürüyebilme imkanı var.
İzleyen çok şey kazanmamış olabilir ama izlemeyen ne çok şey kaybetmiş olacak..
Atın akıbeti mi, belki de pek mühim değil…
Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s