Yaklaşık yirmi beş yıla dağılan bir şiir skalasında hep en belirgin, yetkin ve atak bir şair olarak Türkçe şiirin ses bayrağına o enfes rengini veren küçük İskender, sıkı şiirlerden oluşan yeni kitabıyla yine edebiyat sahasının en ön safında yer alıyor. Basımları tükenmiş eski kitapları ve tüm yeni kitaplarının Sel Yayıncılık’tan derli toplu bir biçimde piyasaya sürülmesiyle koleksiyonerleri de sevindiren, bir dizi kitapla karşımıza çıkıyor şair. Bu külliyatın en son kitabı temmuz 2010 itibariyle Sarı Şey oldu. Dergilerde yayımlanan ve ilk defa kitapla beraber okura sunulan şiirlerden oluşan Sarı Şey, şairin şiir gecelerinde, söyleşi ve eş dost muhabbetlerinde yer alan yakın fanatiklerinin uzun zamandır beklediği bir kitaptı aslında. 112 sayfaya yayılan bu özel kitap, şairin tüm yapıtları içinde çok seçkin bir yer buluyor kendisine. Kitaplarına koyduğu adlarla okurun merak ve hevesini gıdıklayan şair, bunu yaparken aynı zamanda bu güçlü imgeler aracılığıyla kitabın esas ‘fikri’ni bir bakıma ilan etmiş oluyor. Sarı Şey, evet, temel olarak bir ‘sarı’ya dayanmakta. Ve fakat bu imge güneş’ten, ışık’tan feyz aldığı kadar; gökkuşağı’na, bahar’a ve hatta ateş’e bile dokunmakta. Buradaki ‘şey’, bir belirsizlik anlamında kullanılan söz, nesne olduğu kadar, aynı zamanda eşyanın tekil haline uzanan bir anlam oluşturuyor. Yani Sarı Şey, belirsiz sarılar kadar, tekil eşya’nın, tek olan o eşya’nın, özel ve öznelliğini de vurguluyor.
Sarının cazibesi beraberinde romantizmi de getirir savrulan sonbahar yaprakları eşliğinde. Bu pastelliğe kapılmaya meyilli olan okura sarı ışığı, yani ‘ikaz lambası’nı ilk şiiriyle yakıyor küçük İskender. Evet, ‘Ucube’ diyerek yakıyor kandilini perdenin ardındaki şair. Ve gölge oyunu başlıyor…
‘Ey Devlet, beni de Ötekileştir!’ dizesiyle açılıyor kitap. Elbette sarı sıcak bir kitap için ters köşe bir hamle. Şok, giderek şiddetlenmekte:
‘Ey Devlet, beni de Başkalaştır!/ Çünkü başkalaşan, sana benzemeyi bırakmıştır./ Ey Devlet, beni de Yabancılaştır!/ Çünkü yabancılaşan, neden sevilmediğini anlayacak kadar/ düşünmeye başlamıştır./ Ey Devlet, beni de Farklılaştır!/ Çünkü farklılaşan, rasyonel evrimin yolcusudur./ Ey Devlet, beni de Dışla!/ Çünkü dışlanan, içerden çıkmış ve yeni şeylerle karşılaşmanın/ heyecanına kapılmıştır.”
İlk paragraf, baş harfi büyük yazılan herhangi(?) bir devlete hitaben yazılan mini bir manifesto niteliğinde. Bu ilk şokla beraber, ikinci paragrafta bir seri katilin sözlerini anımsatan şair, yaydığı bu sarı şey’le (ışık, sıcak, ateş?) okuru terletmeye başlıyor şimdiden. Satır aralarında anarşizmin yükselen sesini işiten ve Devlet’le bir itişme halinde olan bu sözcüklerin gücünü hisseden okur, ‘ucube’ gibi bakakalıyor elindeki o sıcak sarı şey’e ve ötekileşenler/başkalaşanlar arasında bir kimliği üstlenmeye mecbur hissediyor kendisini. Seri katillerle ilgili yargıları Devlet adı verilen o şey’e karşı ve onunla birlikte sorguluyor şair. Birörnek olup etkisizce yitip gitmektense, her daim hareket halinde olup kendisine ‘ucube’ denilmesini yeğlemekte. Kitap, bir diğer büyük şiirle, ‘Büyük Ortadoğu Şiiri’yle akmaya devam ediyor… Faşizmi uzaklarda aramaya gerek yoktur, burnunuzun dibidir faşizm bazen. Yaşadığınız yerde, yaşamak istediğiniz yerde; nihayetinde yaşanılan her yerde biraz faşizm vardır zaten. Şair bu duruma, ‘kedi köpek mamasıyla bebek mamasının aynı rafta satılması’ trajedisi üzerinden dikkat çekiyor. Kyoto, soykırım ve katliamlar da nasibini alıyor bu şiirden; 27 Ocak 1299 ile 23 Nisan 1920 tarih ve sayılarının analitik/politik çakışmasıyla doğan tüm değer(sizlik)ler de… İdeolojilerini renkleri üzerinden temellendiren kola markaları da nasibini alıyor bu şiirden; ‘en az 3 çocuk’ gibi bir parmak hesabı üzerinden ülke kaderini doğrusal olmayan çizgilerle çizen bir zihniyet de… Tüm bu tuhaflıkların ertesinde, tezgâhtan geçen her malı okutan bir ‘kasiyer’, oturduğu yerden dişlerini göstererek gülümsemekte. Üretilen her ürün gibi, öğretilen değerler de artık kasiyerin önündeki o şerit banttan geçerek tükenmekte. Kim mi kasiyer? Büyük Ortadoğu Şiiri’nin içindeki o çok meşru ve aynı zamanda ‘derin’ olan kasiyer kim mi? Şu dizeleri kuruyor şair: “ve milyonlarca insana hâlâ masum gelen/ o ‘linç’ denen afrodizyak kelime/ anayasanın değiştirilemez maddelerinden biriyse/ Eve dönerken fare zehiri ve che portreli tişörtler almalı/ Nâzım almalı, kutsal kitap almalı, kredi kartı almalı, almalı almalı/ hep hep almalı/ kasiyere göre!” Faşizmi uzaklarda aramaya gerek yoktur; burnunuzun dibidir faşizm bazen. Hatta oyunun bir parçasıdır; burnunuzdur faşizm bazen!
Büyük Ortadoğu Şiiri, kapanışındaki bir renk imgesiyle aslında esas tehlikeyi işaret etmekte. Bu renk, tastamam bir yeşildir! Şöyle kapanır şiir: “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak, ancak/ yine de belleğimde kurttan kurt bir düşman var,/ yepyeşilden daha beter/ yeşil mi yeşil bir endişe!” Evet, okurların henüz işin başındayken ‘sarı ışık’la ikaz edilmesi; onlara ‘yeşil ışık’ı göstererek “buyurun geçin” diyenlere tepkisini belli etmesi içindir!
Kitap, üçüncü büyük şiirler devam ediyor: “Bir melek satın aldım.” Yaşadığı yerküreye kendini dahil ve sorumlu hisseden bir şair bilinciyle bu güzel şiiri iki özel kişiye ithaf ediyor küçük İskender: Yunanistan’da bir polis kurşununun öldürdüğü 16 yaşındaki Alexandros Grigoropoulos ve George Bush’a ayakkabılarını fırlatan Muntazar El Zeydi’ye. İki isyancının, iki haklı anarşistin unutulmadığını ve unutturulamayacağını bu şiiriyle gösteriyor şair ve şu güçlü dizeyle selamını gönderiyor 16’lık Alexandros Grigoropoulos’a:
“Bana göre aynı göz hizasında hâlâ, sosyalist bir piyanist/in/ parmak boylarının eşitliği/ ile polis kurşunuyla devrilen yunanlı anarşist çocuk olmak,”
Şu iki dizeyle de bir ayakkabının imgesel ve de reel gücüne işaret ediyor: “yahut bir arabın ta Amerika’ya fırlattığı ayakkabıyız/ ya da altı delik bir ayakkabı Hrant’ın ayağında..”
Kitabın sertliği dördüncü şiirle birlikte biraz ‘yumuşama’ya başlıyor. Siyaha sızan bir koyu sarıyla açılan kitap, açık ve hatta uçuk sarıya doğru yol alıyor şiirler ilerledikçe. Bu ikinci kısım şiir dizisinin ilki ‘Senden hâlâ bir haber yok’ adlı şiir. Duygusal bir hisle okunmaya müsait olan bu şiirden sonra okuyucuyu hiç de rahatlatmak niyetinde değil şair. ‘Ağız Ağrıları’ adlı 4 bölümlük uzun bir şiirler okuyucu hâlâ tetik altında ilerliyor! Özellikle ‘kertenkeleler portakallar’ başlıklı şiirde sarı imgesi biraz daha renkleniyor. Terk etmeye yatkın bir hayvan olarak kertenkele ve karşısında tek hücreli, güçlü, sarı bir portakal. Kertenkelelere, ama bir parçasını bırakarak terk edenlere şöyle sesleniyor şair: “sayısız/ sayısız kertenkele kalabalığında an olup kaybolmayı unuttum.”
Kitap içinde her okuyucunun favorileri elbette farklı olacaktır. Fakat kendi payıma, takıla takıla okuduğum, dizelerinin sahici sihrine kapıldığım birkaç şiirin başlığını vermekten geri durmayacağım. Bu uzun listenin ilk üçü, girişte bahsi geçen şiirler elbette. Peşi sıra gelenlerse ‘sapa’, ‘remix dualar’, ‘entelektüel itiraf’, son zamanların en sıkı aşk şiirlerinden ‘sessizlik bantı’ ve küçük İskender’in fenomene dönüşen kült şiirleri arasına gireceğinden emin olduğum ‘leonardo’. Kitabın bir diğer özel şiiri de “Çocuklar hep gülsün, hayata hiç karışmasınlar/ Çocuklar hep güzel, devletle hiç barışmasınlar” dizeleriyle sonlanan “Bir Mayıs’ta Çocuk İşçiler Marşı” adlı şiir. Sonuçta entelektüel itirafların solan sesinde de, çocuk işçilerin pörsümüş tulumlarının tutmayan yamalarında da, leonardo’nun saçlarında da o ‘sarı şey’ inceden ışımakta. Bu arada nefes aldığı, o şahane şovunu sarf ettiği şehrini de unutmuyor şair yine. ‘Cop sağanağı altındaki’ kenti, 2010’un ‘travma başkenti’ ilan ediyor!
Ve koşu bitiyor… Kitaptaki “Sen ve Ben.. Hangimiz Üçüncüyüz Burada” adlı son şiir, Oğuz Atay’ın “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” sorusuna koşut bir uzamda üçüncülük basamağını boş (okuyucuya?) bırakıyor. Koşu sonunda göğsündeki gümüşî madalyasıyla şair ikincilik basamağında. Birinciliği, yani o sapsarı altını kazananın malûm ‘sarı şey’ olduğunu belirtmeye ne hacet! Evet, koşu bitiyor. Bitiyor ve fakat şimdi üçü de aynı yekpare platformda yerini alıyor!
“Sen ve Ben.. Hangimiz Üçüncüyüz Burada” kitabın son şiiri ama son dizeleri değil. Kitabın kimi yerlerine koyu renklerle yazılmış haiku ruhlu dizeler serpiştirmiş şair. Bu dizelerin belki de en hasını sona saklayarak şöyle özetliyor tüm bu evreyi: “çıplağım, sevme beni”. Dobra olan, hakiki olan, yani çıplak olanı sevmenin zorluğuna dikkat çekiyor şair.
Türkçe şiirin yaşayan sayılı şairlerinden olan küçükİskender, bu kült kitabını şiir literatürüne sarı bir uyarma/hatırlatma kâğıdı edasıyla iliştiriyor! Ve şair, sararan her hatıra kadar canlı; şiiriyse, ışıyan her ‘sarı şey’ gibi “sahi” kalıyor…
*Bu yazı Varlık dergisinin Kasım 2010 tarihli sayısında yayımlandı.