Boyhood, Richard Linklater’ın yıllara yayılan riskli ve meşakkatli bir hayat tecrübesi olmasından öte; ‘yalın gerçekçilik’ fikrine açık kapı bırakması, şimdiki ve geçmiş zamanlar arasındaki acımasız kıyası göstermesi bakımından da dikkate değer bir sanat eseri. Sinemanın çokça el attığı ‘akıp giden zaman’ teması, belki de ilk defa bu denli kapsamlı incelendiği için on iki yıla yayılan bu uğraşın sonucunda ortaya bir hayli zengin, renkli ve düşündürücü bir film çıkıyor. Boyhood’u benzer konulu diğer filmlerden ayıran en büyük özellik, böylesine orijinal bir fikir sonucunda çekilmiş bir sinema eseri olması değil elbette. Kaldı ki bu parlak fikrin tamamiyle orijinal olduğunu da söyleyemeyiz, çünkü Andy Warhol sekiz saatlik o ünlü filmi “Empire”da hemen hemen buna benzer bir bakış açısını yakalamaya çalışmıştı. Empire State Building’in karşısına yerleştirilmiş sabit kamera, sekiz saat boyunca kesintisiz olarak kayıt yapmış ve bu zaman diliminde yaşanılan durumlar en gerçek haliyle izleyenlere sunulmuştu. Bu anlamda ortak bir fikirden söz edebiliriz. Tabii fikrin parlak olması yetmiyor; bir de sinemacı olarak üstlenilecek sorumluluklar devreye giriyor bu defa. Yaşanacak zorlukların en başında, oyuncu yönetimi ve dolayısıyla ‘süreklilik’ geliyor elbette. Uzun periyotta bir projenin içinde yer almak ve proje sonuçlanıncaya kadar o eserin düşüncesiyle yaşamak başlı başına bir mesele. Oyuncu yönetiminin zor olduğundan bahsederken; aslında onları yıllar boyunca aynı rüyada kalmaları için ikna edebilmenin ve yönetmene olan inançlarını her daim diri tutabilmenin zorluğundan söz ediyordum. Bu yüzden Boyhood tamamen sabır, inanç ve bağlılıkla yoğrulmuş bir emek sineması. Filmin çekirdeğini tipik bir Amerikan ailesi ve onların birörnek yaşantısı oluşturuyor. Klasik bir Amerikan evi, rutin komşuluk ilişkileri, akraba ziyaretleri, güvenli ve olaysız bir mahalle ve yaşamın akışına kapılmış bir küçük aile… Buradan bakıldığı zaman, klişe bir Hollywood kurgusu gibi görünse de, zaman ilerledikçe filmin esas vurgusunun ‘gerçek zamanda ilerleme’ olduğunu hissediyoruz ve konuya olan merakımız da iyice artıyor. Mutsuz bir evliliğin neticesinde dağılan aile, farklı bölgelerde yaşamaya devam ediyor bu uzun süreç içerisinde. İki küçük çocuk ve anneleri bölgeden bölgeye savrulup defalarca ev değiştirmek zorunda bırakılınca karakterler üzerindeki değişimleri ve aşınmaları kolaylıkla fark edebiliyor; bu sayede farklı kentlerdeki yaşam biçimlerini de rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. Film küçük Mason odağında ilerlese de, özellikle ailesini terk eden baba figürü üzerinden bile geniş bir okuma yapılabilir. Çünkü oğluyla aynı ismi taşıyan (klasik bir Amerikan ailesinden söz edebilmek için gereken bir başka ayrıntı da budur elbette) Mason aslında bağlarını tümüyle koparamıyor ailesinden. Haftasonları ve yaz tatillerinde çocuklarıyla vakit geçiriyor ve bir anlamda ailenin üyesi olmaya devam ediyor. Mason’ı içeriden ama dışarıdaki bir karakter olarak düşündüğümüz zaman, onu akıp giden zamana tanıklık eden bir ‘izleyici’ arketipi olarak nitelendirmek de mümkün olabiliyor. Anne ve iki çocuğun hayatları ekseninde ilerleyen film, zaman zaman baba Mason gibi başkaca karakterlerin de eklenmesiyle geliştiği için etraflıca okunmaya müsait bir hikaye çıkıyor ortaya. Böylelikle doksanlı yılların sonundan itibaren günümüze dek uzanan bir dönemden, bir tarihten söz edebilme şansına kavuşuyoruz. Bu dönem geçişini yalnızca filmi izleyenler değil, filmin içinde olan oyuncular da yaşıyorlar şüphesiz. Yaşam hakkında henüz hiçbir fikri olmayan bir çocuğun, o dönemi tüm sancılarıyla beraber yaşarken karşılaştığı zorluklar bizlere de tanıdık gelecektir. Filmin giriş planında çimenlere uzanmış gökyüzünü, boşluğu seyreden küçük Mason’la tanışırız. Coldplay’in ‘Yellow’ şarkısıyla açılan bu sahnede öylece boşluğu seyreden Mason’ı gördüğümüz zaman, kendi çocukluk yıllarımızın başlangıcına da dönmüş oluruz böylelikle. Bu doğallıktan yavaşça uzaklaşıp olgunlaşmasını, türlü türlü tecrübeler edinmesini gerçek bir empati duygusu yaşayarak izleriz. İlkokulu bitirmesi, okul değiştirmesi, değişen arkadaş çevresi, ilgi alanları, sonrasında liseye başlaması ve liseden mezuniyeti; aslında tüm bu değişimin içinden geçen Mason, oysa gerçek hayatında, yani Ellar Coltrane olarak da bu dönemi yaşıyor. Filmin gerçek büyüsü belki de tam olarak bu. Dolayısıyla artık gerçek bir tecrübe edinmiş olan oyuncu, bir anlamda yaşadıklarının provasını oynuyor filminde. Sigaraya başlaması, alkolle tanışması ve hatta ilk öpüşmesine varana dek hayatının her anına dahil oluyoruz böylece. Bu arada küçük Mason’ın fotografla tanışması da filmin fikrine katkı sağlayan başka bir ayrıntı olarak çıkıyor karşımıza. Akan zamana karşı koyabilmenin bir başka biçimi de zamanı kaydetmektir belki de. Mason, makinesiyle sürekli olarak fotograflar çektiği için, ‘anı yakalamadan yaşadığı’ eleştirisine bile maruz kalır. Oysa “an’ı yakalamak” sanılan öğretinin çoğu zaman “an’a yakalanmak” olduğunu bilecek kadar büyümüştür Mason. Filmi izlediğimiz süre içerisinde oyuncular dışında zamanla değişen bir başka isim daha var ki o da yönetmen Richard Linklater. Gündelik hayatın ortasındaki bir insan olarak yaşadığı değişimlerin yanı sıra, yönetmen olarak tecrübe ettiği tüm olaylar da bir şekilde filme yansıyor şüphesiz. Buna dünya görüşünü de dahil edebiliriz, sanatı için gerekli olan teknik bilgisini de… Her durumda, değişen dünyanın değişmez bir parçası olarak var oluyor yönetmen. Bu düşünceler filmin ortalarındayken aklıma doluşunca, yönetmenin filminin de çekilmesi fikrine yoğunlaştığımı hatırlıyorum. Böyle bir sinema deneyiminin ilginç olabileceğini düşünürken maalesef bu konuda bir ilk olamayacağımı, böyle bir projenin de mutlaka birilerinin aklına gelmesi gerektiği ihtimalini kabul ediyorum tabii. Ve yine tamamen çağrışımlar sonucunda bu düşüncelerim Charlie Kaufman’a kadar uzanıyor. Başrolünde Philip Seymour Hoffman’ın oynadığı “Synecdoche, New York” filminde bir tiyatro yönetmenini canlandıran Hoffman, hayalindeki oyunu gerçekleştirmek için yıllarca uğraşır ve oyununu kusursuzca sahneleyebilmek uğruna birlikte çalıştığı oyuncularla neredeyse bir ömür tüketir. Bu oyun sırasında da zaman ilerler, insanlar değişir ve yaşlanırlar. Elbette Boyhood’da olduğu gibi zamansal bir gerçeklik yoktur ama yine de fikir bazında aralarında yakın bir bağ olduğu söylenebilir. Çağrışımlar konusunda Salvador Dali’ye kadar bile uzanıp, o meşhur eriyen saatleri anımsamak da olası tabii. Fakat her durumda zamanın hızla geçtiğini, saatleri ayarlayıp an’ı durdurmanın mümkün olmadığını ifade ederek yeni bir çağrışım kapısı açmakta da bir sakınca yoktur sanırım. Bu arada, kesin olmamakla beraber, Richard Linklater’ın bir sonraki projesinin müjdesini vermenin de tam sırası! Evet, Boyhood’un devam filmi olarak çekileceği rivayet edilen Manhood’u beklerken de zaman tüm hızıyla ilerleyecek ve biz şu anı hatırlayıp zaman denilen olgunun ne derece sahici ve etkili olduğunu bir kez daha hayretle anlayacağız.