YA KOLAYDIR YA DA İMKÂNSIZ
“Bir deliyle aramdaki tek fark benim deli olmayışımdır” diyor uçuk ressam Salvador Dali. Fakat kıyafetleri, dehamın antenleri dediği bıyıkları, elindeki bastonu ve faltaşı gibi açılmış gözleri onun ne kadar sıradan bir insan olabileceği gerçeğini açıkça ortaya koyuyor: HİÇ!
Onun bu tamamen farklı insan yapısı, kişiliğinin ve davranışlarının ne derece gerçekçi olduğunu ve deli mi dâhi mi çıkmazının yanıtını anlamamızda bizi epeyce zorluyor. Bunun yanıtını bulmak için ilk gençlik çağlarına bakmamızsa kafaları iyice karıştırıyor…
Salvador Dali 11 Mayıs 1904’te İspanya’nın kuzeyindeki Figueras’ın bir köyünde dikti gözlerini hayata. 6 yaşında menenjitten ölen erkek kardeşi Salvador Dali’den üç yıl sonra doğdu Salvador Dali. Bir ikizi kadar benzediği abisinin adını alması elbette tesadüf değildi. İlk göz ağrılarını çok seven Dali ailesi, yeni doğan çocuklarına da bu adı vererek ölümsüzleştirmeye çalışıyordu ölü oğullarını. Salvador Dali, artık bir tenin hayattaki tin değiştirmiş haliydi! Bu olayı 1973’te şöyle yazacaktı: “Doğar doğmaz tapınılan bir ölünün ayak izlerinden yürümeye başladım. Beni severlerken hala onu seviyorlardı aslında. Belki de benden çok onu… Babamın sevgisinin bu sınırları yaşamımın ilk günlerinden itibaren çok büyük bir yara oldu benim için.” Öyle ki, Velazquez’in ‘Çarmıhta İsa’ tablosuyla, ölü Salvador Dali’nin resmi asılıydı anne babasının yatak odasında. Tüm bunlar Dali’nin dikkat toplamak için yaptığı davranışlarının nedeni sayılabilirdi. Ve Dali, ileride şu sözleri söyleyecekti: “Kendi kendime ölü kardeş değil, yaşayan kardeş olduğumu ispatlamak zorundayım. Bu nedenle kendimi ölümsüz kılıyorum. “ Yıllar sonra doğan kız kardeşi Ana Maria da Dali’nin bu çılgınlıklarını sınırlamasında etkili olamamış, aksine, iyice uçarı bir kişiliğe bürünmesine esin sağlamıştır.
“Hasta Çocuk” henüz 10 yaşında yaptığı ilk öz-portresinin ismidir. Bir süre sonra resim kurslarına başlamış, iyi bir ressam olan Tuan Nunez’den karakalem dersleri almıştır. İleriki yıllarda kübist akımın içinde yer almış ve neredeyse haftada bir oluşturduğu yeni yeni çizgilerle tekniğini değiştirmiş, geliştirmiştir. Bu dönemlerde her şeyden çok değer verdiği annesini yitirdi Dali. Bu olayı yıllar sonra şöyle yazacaktı: “Sevgili annemin ölümünü, bana yönelik büyük bir aşağılama saydım. Bunun üstesinden gelebilmem için çok büyük bir ün kazanmam gerekiyordu.”
Beklenmeyen bu ölüm, onun sanatçı kişiliğinde derin bir yara açmış, ama bu kanayan yaradan sürekli olağanüstü eserler doğmuştur. Bu sıralarda, 20’li yaşlarının başında, babasını da güçlükle ikna ederek Madrid Kraliyet Sanat Akademisi’ne kayıt yaptırdı. Fakat buradaki eğitmenler Dali’nin beklediği gibi çıkmadı, çünkü onların yeni yeni ilgi duyduğu akımları Dali çoktan geride bırakmıştı. Ressamlığını yetersiz bulduğu bir eğitmenin profesörlüğe atanması Dali’yi iyice çıldırtmıştı. Bu durumu eleştirdiği, öğrencileri de bu konuda kışkırttığı gerekçesiyle akademiden uzaklaştırılma cezası aldı. Daha sonraları da sınavı yapanların, kendisini değerlendirebilecek yeterliğe sahip olmadığını söylemiş, bu yüzden de sınavlara girmemiştir. Dali, bu çabalarının karşılığını almış, 1926’da akademiden atılmıştır. Bu dönemlerde içlerinde Pepin Bello, Raphael Barradas ve Garcia Lorca gibi isimlerin bulunduğu grubun önderi oldu. Ünlü şair Garcia Lorca’yla dostlukları gitgide artıyordu. Fakat şairin Dali’ye karşı olan sevgisi gittikçe değişmiş, yerini eşcinsel bir tutkuya çevirmişti. Dali, bu olaydan şöyle söz eder: “Garcia Lorca bana sahip olmak istediğinde, dehşet içinde karşı koydum.”
ARKADAŞIMIN AŞKISIN
Dali’nin tabloları bu sıralarda gittikçe üne kavuşuyor ve her kesimden olumlu eleştiriler topluyordu. Özellikle Gerçeküstücülerin ilgisini çekmeyi başarmıştı ve içlerinde arkadaşı şair Paul Eluard’ın da bulunduğu bir grup sanatçı Dali’yi ziyarete gelmişti. Bu ziyarete Paul Eluard’la birlikte eşi Gala da gelmişti. Hayatının bu en önemli günlerinde Dali, arkadaşının eşine, Gala’ya aşık olmuştu… Gala, Dali’nin resimlerinde yarattığı ince belli, kürek kemikleri belirgin ve atletik bedene sahip kadının ta kendisiydi! Gala’yı hiç görmediği halde, onu tablolarına farkında olmadan, yıllar öncesinden koymuştu. Ve ne ilginç ki, tablodaki bu kıza ‘Galuchka’ adını uygun bulmuştu. Dali, Gala’yla konuşmak için buluştuğu o gün o kadar heyecanlıydı ki ağzını her açtığında kahkaha krizlerine tutuluyor, bir türlü konuşamıyordu. Buluştukları o gün Dali çılgın bir biçimde gitmişti Gala’nın yanına. Koltukaltlarını tıraş edip maviye boyamış; gömleğini, göğüs uçları ile göbek deliği açıkta kalacak şekilde kesmiş, üzerine keçi pisliği ve balık tutkalı sürmüş, kulağına kırmızı bir sardunya takmıştı. Bu olayı şöyle anlatıyor Dali: “Ona dokunmak üzereydim… Kollarımı beline saracaktım ki küçük bir devinimle ama sanki ruhunun var gücüyle uzanan eliyle elimi tuttu. İşte bu gülünecek bir şeydi! Ve güldüm, vicdan azabıyla katlanan bir tedirginlikle güldüm. Davranışımın zamansız bir gücenmeye yol açma tehlikesini daha başından biliyordum. Ama Gala, gülmeme alınacağına gururlanmış göründü. Başkası olsa düş kırıklığı içinde bırakırdı ama o sanki insanüstü bir güçle daha da sıkı sarıldı elime. Bir bilici gibi, içine doğmuş gibi, kahkahalarımın gerçek anlamını kavramıştı. Bunun sıradan bir neşe kahkahası olmadığını biliyordu. Hayır, gülüşüm kuşkuculuğun değil, usdışı duyarlığın göstergesiydi. Gülüşüm uçarılıktan değil, karşı karşıya olduğum depremden, mutluluktan, korkudandı. İşittiği bütün o korkunç, delice kahkaha fırtınalarından sonra, ona duyduğum saygıdan patlayan bu sonuncusu, en beklenmedik, en yıkıcı olanıydı. Bu kahkahayla kendimi onun ayaklarının altına fırlatmıştım, hem de en yüksek yerden! ‘Küçüğüm! Birbirimizi hiç bırakmayacağız,’ dedi bana.” Gerçekten de öyle oldu: Aradan 56 yıl geçinceye, Dali 78 yaşına gelinceye, Gala 1982’de ölünceye kadar hiç ayrılmadılar…
Dali 1929’da Paris’te gerçekleştirilen ilk sergisinin açılışına katılamadı çünkü Gala’yla birlikte kent dışına çıkmıştı. Paris’ten ayrılmadan önce senaryosunu Luis Bunuel’le birlikte yazdığı “Bir Endülüs Köpeği” filmini seyretti. Dali filme çok güveniyordu ve bunu ‘Gizli Yaşam’ında şöyle yorumlayacaktı: “Film, istediğim etkiyi uyandırdı… Savaş sonrasının yarı aydın avant-garde goygoyculuğunu tek gecede yerle bir etti. Filmin ilk sahnelerinde, kızın gözünün usturayla yarıldığını gördüklerinde, soyut sanat denen o iğrenç şey önümüzde diz çöktü, ölümüne yaralandı, bir daha doğrulamadı. Avrupa’da artık Mösyö Mondrian’ın o küçük manyakça pastillerine yer yoktu.”
Film, gerçekten çok çarpıcı bir etki bırakmıştı izleyenlerde. İki dâhi insan tamamen rüyalarındaki imgelerle ifade etmişlerdi filmlerini. Filmi yaparken tek bir kurala uymuşlardı: Akılcı, psikolojik ve kültürel açılımları olabilecek hiçbir imge ya da düşünceyi kullanmayacaklardı. Hatta Bunuel, gözü usturayla kesilen kızı, ay’ın önünden geçen bulutlar imgesinden yaratmıştır. Bu kadar tartışmalı bir filmin bedeli de ağır olacaktır tabii. Filmin galasını izlemeye gelen bir grup insan, Dali’nin ve Bunuel’in fotograflarının yer aldığı çerçeveleri yerle bir etmiştir. Buna çok kızan Dali, gazetecilere, yüz yıl sonra bu insanların değil kendi adının anılacağını söylemiştir.
Parasal sıkıntıların da başladığı bu dönemlerde Dali ve Gala birlikte çalışıp farklı farklı işlere bulaşmıştı. Dali o zamanlarda en üretken dönemlerini yaşıyordu. İlginç proje tasarımlarıyla yine beğenileri üzerine çekmeyi başardı. Ayna işlevi gören takma tırnaklar, su doldurulup içinde kan dolaşımı düzeninde balıkların yüzdürülebileceği vitrin mankenleri, satın alanın vücuduna göre dökülecek bakalit mobilyalar, sırt için tasarlanmış takma göğüsler, otomobiller için- tüm yapımcıların on yıl sonra kullandığı- aerodinamik formları içeren kapsamlı bir katalog… Bu projelerin en ilginçlerinden biri de, bir apartman dairesi için tasarlanan, Hollywood yıldızı Mae West’in fotografına bakılarak yapılan “Mae West Dudaklarından Divan” projesidir.
Dali ayrıca şapkalar, kravatlar, yenilebilir düğmeler, gerçek ıstakozlu ve mayonezli giysiler de tasarlamıştır. Gala her sabah bu ilginç projeleri satmak için akşamlara kadar dolaşırdı.
“ NE ZAMAN RUHUMU TEMİZLEMEK İSTESEM, TEN İÇİNDEN GÖKYÜZÜNE BAKARIM ”
Dali artık bu dönemlerde ünü gittikçe yaygınlaşan bir sanatçıydı. Çok iyi fiyatlara satılan tablolarının dışında film prodüksiyonları ve baleler için yaptığı dekorlar, yan gelirleri arasındaydı. Yaratıcılığını ve çılgınlığını bu işlerde de yansıtmıştı. Yaptığı son organizasyon da Lady Diana’nın düğününün organizasyonudur. Dali, bu kadar çok beğenildiği bu zamanlarda Gerçeküstücülerle büyük bir tartışma içindeydi. Özellikle Breton artık Dali’yi Gerçeküstücü kabul etmiyor, üstelik Hitler yandaşlığıyla suçluyordu. Dali ve eşi Gala ilk önce İspanya İç Savaşı’ndan, daha sonra da Dünya Savaşı’ndan kaçmak için tüm dünyayı gezdi. 1934’te beş yıllık aktif bir işbirliğinden sonra eski sürrealist arkadaşlarından ayrıldı ve küçük burjuvaya dönüşmekle suçlandı. Çünkü politikadan sürekli kaçıyordu: Politikayı kansere benzetiyordu. Newyork’a yerleşti ama ara sıra geri dönüyordu.
Ve 1982’de Gala öldü…
Dali bu olaydan sonra, neredeyse resim yapmayı bıraktı. Ölümsüz olduğu inancına kapılmış ve bunun için de yemek yemesine gerek olmadığını düşünmüştü. Ve midesine takılan bir boruyla yapay beslenme uygulandı. 1989’da kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdi. Cesedi ilaçlandı ve Figueras’taki müzesine hakim olan dev kubbenin altına gömüldü. Dali, çılgınlığını yaşamının son anına kadar sürdürmüştür. Öyle ki, “Bir sürü orijinal Dali imzalı sahte Dali tablosu olmasını istiyorum her tarafta” demiş ve geriye 200 kadar altları imzalı boş tuval bırakmıştır.
* Bu yazı ‘karakalem’ dergisinin Mart 2008 tarihli 2. sayısında yayımlandı.