Roman veya öykü yazarlarının, ya da diğer deyişle ‘hikaye anlatıcıları’nın en tabiî açmazlarından biri hiç şüphesiz ki tekrara düşme meselesidir. Bu mesele öyle zannediyorum ki yazılı edebiyatın ilk ortaya çıktığı vakitten beri süregelmiştir. Sonuçta anlatılacak olay sayısı üç aşağı beş yukarı belli. İşte tam da bu noktada anlatımı pekiştirip güçlendirecek yeni bir arayışın içine girer yazar. Olay örgüsü, dramatik çatı, mekan/zaman konumlandırması gibi aslında kendiliğinden ortaya çıkan yazı unsurlarına böylelikle ‘biçim/tarz’ adını vereceğimiz yeni bir madde eklenmiş olur. Özellikle güncel edebiyat içerisinde yer alan her eserdeki belirgin ve öne çıkan özellik, hikaye için seçilmiş olan anlatım dilidir. Hikayenin büyük yükü artık ‘olay’dan ziyade ‘biçim ve kurgu’nun omuzlarına binmiştir. Şimdilerde esenkitap tarafından basılan O Adam Babamdı adlı yeni romanıyla tekrar gündemde Altay Öktem. Kitap içeriğine giriş yapmadan evvel, başkaca bir meseleye dikkat çekmek isterim. Yayınevi gözetmeksizin söylüyorum, basılmış tüm kitaplarda sıkça rastladığım yazım yanlışları, dizgi hataları ve özensiz mizanpaj; bu kitapta kesinlikle rastlanmayan bir durum. Bahadır Baruter’in benzersiz çizimiyle kitap kapağını süsleyen illüstrasyon ve kitap konusu arasındaki uyumsa kesinlikle takdire şayan. Gelgelelim kitaba. Az evvel bahsettiğim tarz ve biçim meselesine şimdi geri dönüyorum. O Adam Babamdı, bir katil otoportresi olarak okunmaya müsait bir temanın içinden hiçbir klişeye saplanmaksızın çıkıveren usta işi bir kitap. Özellikle Dünya Edebiyatı’nda sıkça işlenen ve suç/polisiye/gerilim türleri arasında seyreden bir hikayeye aşina olan hemen herkes bilir ki, katillerin maktullerden daha sevimli ve zararsız tipler olarak resmedilmesi çok bilindik bir trüktür. Bu yöntem dahilinde ilerleyen kitabı benzerlerinden ayırt eden çok önemli bir unsur var ki, o da ayrıksı dil meselesi. Türkçe yazılmış eserler için konuşursak, eski Türkçeyle yazılmış kitaplarda cinayet ve suç temalarına rastlamak handiyse mümkün değil. Kitabın ilk ve bence en büyük artısı tam da bu. Şık takım elbisesinin içindeki incelikli ve zarif bir kâtibin oysa azılı bir katil olduğunu kim öngörebilir ki? Haydar Bey, bu anlamda eşine rastlanmaz bir ustalıkla çizilmiş antikahraman portresi olarak karşımıza çıkıyor. Karşımıza çıkmakla kalmayıp; duygularımıza, hislerimize ve derimize nüfuz ederek içimizdeki biri, hem de çok gizli ve aslında çok afişe biri olarak vücut buluyor. Kitabı okuyanlar için ikinci baskı, okumayanlar için spoiler olacak şu bilgileri sunmakta bir beis görmüyorum. İşinin ehli bir kimse olan Haydar Bey’in ‘iş akdinin feshi’yle açılıyor kitap. Mahmut Bey adlı bir zâtın kâtibi olan ve dokuz parmak daktilo yazabilen Haydar Bey’in iş hayatının aniden ve sebepsiz bitivermesini elbette üzülerek okuyoruz ilk bölümde. Gerçi ilerleyen sayfalarda bu işten çıkarma meselesinin gerçek sebebini bir nebze öğrenmiş olacağız ama kitabın kendi gerçekliği içinde bu sudan sebep dolayısıyla Haydar Bey’in işsiz kalmasına bir türlü anlam veremeyeceğiz. Özetle; kitabın önemli bir parçası olan önsöz kısmını dışarıda bırakarak söylersek, birinci bölümde meydana gelen olaylar silsilesi şöyle gelişiyor: İşini kaybeden kâtip Haydar Bey, çekmecesinden kişisel eşyalarını toparlayıp çalıştığı müesseseden ayrılmak üzeredir. Kitabın ilk cümlesiyle bu olaya neyin sebebiyet verdiğini peşinen anlamış bulunuyoruz. Bahsi geçen ilk cümleyi alıntılıyorum: “Bikinimi çekmeceden çıkarıp çantama koydum.” Birazdan tüm eşyalarını toplayıp odasını terk edecek olan Haydar Bey hakkında bir izlenim elde edebilmek için ilginç bir ilk veri! Pılını pırtısını toplayıp Mahmut Bey’le vedalaşmak üzere onun odasına vardığındaysa tam bir trajedi yaşıyor Haydar Bey. Kendisine ‘Allahaısmarladık’ deyip de bir yanıt alamayınca, bu asabiyetini ve üzüntüsünü belli etmek istercesine odadan çıkarken kapıyı sertçe çarpmak istiyor. Ve fakat kapının yaylı mekanizması dolayısıyla bu ani çıkışı karşılıksız kalıyor ve kapı yavaşça, yumuşacık kapanıveriyor. Kapitalist dünyanın tıpkı karakalem resmi gibidir bu sahne. Haydar Bey’in bu sahnedeki savsak ve hüzünlü halleri, Neil Simon’ın Anton Çehov öykülerinden derleyerek yazdığı Sevgili Doktor oyunundaki İvan İlyiç Çerdyakov’u hatırlattı bana. O piyeste, azar işiten ve yerin dibine sokulan Çerdyakov’un suratsız ve baskıcı generali önemli bir yer tutar. Çerdyakov da Haydar Bey gibi küçük bir memurdur sonuçta. “Yeşil Sahalar ve Parklar Bakanlığı”na bağlı bulunan ‘Ağaçlar ve Fidanlar Müdürlüğü’nde başkâtip yardımcısıdır. Bu iki eser arasındaki uzak akrabalık ilişkisi bir noktadan sonra sekteye uğrar. Çerdyakov ve generali arasındaki ilişki siyasi bir taşlamayla son bulurken Haydar Bey ve Mahmut Bey’in ilişkisi kriminal bir vakayla son bulacaktır. Kafa kesme sahnesiyle son bulan bu cinayet sahnesini okurken çok da, kendimce, rahatsız olmayışımızın sebebi, cinayet aracı olarak küçük ve masum bir cam parçasının seçilmesinden öte, ezilen bir bireyin patronuna karşı haklı isyanı olarak yorumlanabilir. Baskıcı düzene karşı duyduğumuz azılı öfkemize su serpen bu olayı başka bir açıdan yorumlamak da mümkün: O da hiç şüphesiz ki, bu kan donduran sahnede işini büyük bir soğukkanlılıkla yapan katilin edebi bir oyun içerisinde olduğunu varsaymamız ve olayın gerçekliğine bir şekilde kendimizi inandırsak dahi, karakterin kişisel özellikleriyle toplumsal kimliğini hatırımıza getirerek bu durumdan Brechtyen bir etkiyle, yani epik bir biçimde çıkmamızdır. İşte dilin imkanları tam da burada devreye giriyor. Zarif bir eski zaman beyefendisi olan Haydar Bey, kendini ifade ederkenki kibar tavrından, davranışlarındaki asil zarafetten ödün vermediği için bizi meselenin özünden uzak tutar. Hunharca cinayetler işleyen bir kimseden nefret etmiyorsak bunun edebiyattaki karşılığı elbette ki yazarın dil konusundaki maharetidir. Kitabın, az önce de belirttiğim ilk sayfasından itibaren gelişen olaylar gösteriyor ki hepimiz bir nefret suçunun failleriyiz. Bunu şuna dayanarak söylüyorum. Kitapta anlatılan cinayetlerin düğümlendiği tek bir nokta var bana kalırsa: Eflâtun bir bikini! İlerleyen sayfalardan anlıyoruz ki, Haydar Bey satın alacağı o bikiniyi gizli bir cinsi sapıklık neticesinde veya fetişizme düşkün bir cani olması hasebiyle giymiyor üzerine. Oldukça çocuksu ve olağan bir durum var çünkü ortada. Hassas kumaşı ve göz alıcı eflâtunî rengiyle üzerinde nasıl duracağını merak ettiği için satın alıyor o bikiniyi. Ve mesaisi sırasında, ki işine engel olmayacak bir vakitte, bikiniyi giyiyor ve Mahmut Bey’e yakalanıyor! Burada antikahramanımız Haydar Bey’in bence etkili ve oldukça haklı bir savunması var. İşini doğru düzgün yapan bir kimse olması, üzerine düşen sorumluluğu layıkîyle yerine getiriyor olması, patronu tarafından göz ardı ediliyor ve dış görünüşündeki aykırılık dolayısıyla işinden ediliyordu. Haydar Bey’in en büyük şikayeti de bu saçma hadise içindi aslında. Bahsettiğim nefret suçlarının temelinde elbette buna yakın bir algı yatıyor. Burada resmedilen olay, çok tabiî ki, standart dışı, marjinal bir örnek. Fakat derin bir perspektifin içinden bakarsak, ifade edilmek istenilen meseleyle buradaki örnek birebir örtüşüyor. Yalnızca işini yapan bir kimseyi başka bir sebepten dolayı yargılamaya başladığımız zaman, sonuçta hiç de tahmin edemeyeceğimiz bir felaketle karşılaşabiliyoruz. Üstelik bu durumda, felaketi ortaya çıkaran tarafın hangisi olduğu konusunda sakıncalı bir ikilem içine düşebiliyoruz. Bir tarafta canice işlenen cinayetler olsa da, diğer tarafta bu caniyi besleyen başka unsurlar olduğunu göz ardı edemeyiz. Eflâtun bir bikini, bu hikayede masum bir sembol. Kaldı ki, ‘eflâtun’ ve ‘bikini’ kelimelerini eşelediğimiz zaman karşımıza çıkan tablo oldukça tanıdık gelecektir bize. Dolaylı bir okuma yaparak bu sembolün veya imgenin, tastamam bir kadın metaforu olduğunu söylemek, sanırım aşırıya kaçmayan bir benzetme olacaktır. Belki yine uzak bir çağrışım olarak algılanacak ama aslında bana kalırsa hikayenin tam ortasındaki anafikre dikkat çekecek şu cümleyi alıntılamakta fayda görüyorum: Rakel Dink’in kurmuş olduğu o esaslı cümledeki derin tespit bence bütün meseleyi özetlemekte. Hatırlarsınız- hatırlamak zorundasınız- Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından tonlarca cümle sarf edildi ve onlarca kişi sorgulandı, yargılandı. Hrant Dink’in cenazesinde, eşi Rakel Dink tarafından yapılan konuşmada büyük bir mesaj saklıydı. Neydi o tılsımlı cümle, hatırlayalım: “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim…” Bu ‘nefret’ meselesinin odağında, Haydar Bey’in işlediği bu ilk cinayetten sonra sıradaki her maktulde aynı ortak özelliği görürüz aslında. Bikinisinden dolayı Haydar Bey’i işinden eden patronun, o bikiniyi satarken yine Haydar Bey’le dalga geçen manifaturacı Hamdi’den pek de farkı yoktur. Haydar Bey’i pencerede bikinisiyle görüp tüm mahalleye bunun dedikodusunu yayan o küçük çocuk da maalesef bu durumdan mesuldür. Patronundan esnafına, hatta küçük bir çocuğuna değin tersten bir okuma yapmaya kalkışacak olursak aslında hangimiz suçlu olacak?
* * *
Kitaptaki karakterlere geri dönecek olursak, musîkiperver Haydar Bey’in işlemiş olduğu bu cinayetlere tanıklık eden bir de hayat arkadaşı olduğunu görürüz: Sacide. Cinayetleri seyretmekle kalmayıp kimi zaman bu cansız insan bedenlerinin tadına da bakan biri Sacide. Oysa pek sıcakkanlı olmayan, kendi doğasında bir kedidir Sacide. Böylesi zor bir sahiple yaşamak büyük bedeller gerektirecektir elbette ve günün birinde Sacide de bu bedeli ödemek zorunda kalacaktır. Sacide’nin bu dünyayla ilişkisini kesen o vahim hadiseyi, kitabı hala okumamış olanlar varsa diye, hatırlatmayı uygun görmüyorum. Bu esrarengiz ölüm biçimini, kitabın o esrarengiz sayfaları arasında gezinerek görmek sanırım daha doğru olacak. Bir başka karakter de, işinden kovulan Haydar Bey’in yerine getirilen sarışın, mavi gözlü, pek alımlı Kâtibe Hanım. İkisi arasındaki en önemli özellik herhalde dokuz parmak daktilo yazıyor olabilmelerinde. Neden on değil de dokuz parmak daktilo yazdıklarının gizemi de yine bakir okuyuculara bırakmak istediğim bir başka detay. Çünkü bu gizem, esasında daha büyük bir gizemin içinde saklanıyor: O da Haydar Bey’in babasıyla olan ilişkisi. Yalnızca ismini zikretmekle yetineceğim Mazhar Bey, oğlunun hayatında pek önemli bir yer teşkil ediyor. İkisi arasındaki çatışma ve etkileşim, kurgunun belkemiğini oluşturan esaslı bir mesele. Kitapta çocukluğundan ve orta yaş hallerinden yaşam kesitlerine tanıklık ettiğimiz Haydar Bey de günün birinde evlenir nihayet. Hem de Müberra adında güzel mi güzel bir ismi ve mavi mi mavi gözleri olan bir hanımla. İkisi arasındaki ilişkiyi de bir kenara bırakıyor ve bence kitabın en hoş bölümlerinden biri olan Martılar’ı keyifle okumaları için okuyuculara müsaade veriyorum. Gelgelelim küçük katil Haydar’ın ıslahevi günlerine. Burada devreye iki karakter giriyor. İlki Sıhhiyeci Şahap adında badem bıyıklı bir ıslahevi görevlisi. 6 yıl boyunca Haydar’a göz kulak olacak Sıhhiyeci Şahap’tan öğreneceğimiz çok büyük bir hikaye var kitapta ve ikinci karakter de bu hikayede saklı. İsmini söylediğim vakit, kendisini tanıyanların büyük bir şaşkınlık yaşayacakları bir kahraman bu. Gerçek hayattaki ve kitaptaki adıyla Esat Adil, kendisini tanımayanlar için de aslında tam anlamıyla bir ‘kahraman’. Kendisi hakkında etraflıca bir araştırma yapamasam da, böylesi bir karakterin gerçek kişiliğiyle romana dahil olmasının çekiciliğine kapılarak geniş bir okuma yaptığımı belirtmeliyim. Kimdir bu zât özetle; tanıyalım, hatırlayalım. Esat Adil Müstecaplıoğlu, 1904’te Balıkesir’in Balya ilçesinde dünyaya geliyor. Babasını yitirdiğindeyse henüz iki yaşındadır(Haydar Bey’le uzak ama benzer bir yazgısı olduğu söylenebilir). 15 yaşındayken Kuvayi Milliye’ye katılır. 1928’de Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirir, Belçika’da doktorasını yapar. 1932’de Balıkesir Halkevi’ni kurduktan sonra da “Balıkesir’de Savaş” gazetesini çıkarmaya başlar. Esat Adil aynı zamanda 1946’da kurulup altı ay sonra kapatılan Türkiye Sosyalist Partisi’nin kurucularındandır. 2. Dünya Savaşı yıllarında cezaevi müfettişliği yapar. Edirne ve İmralı cezaevlerini kurar ve bir dönem İmralı Cezaevi müdürlüğü görevini de üstlenir. Şimdilerde Abdullah Öcalan’ın tutuklu bulunduğu bina dahil, İmralı Cezaevi’nin bütün yapıları onun zamanında inşa edilmiştir. Emin Karaca’nın 2008 yılında Belge Yayınları’nca basılan kitabı ‘Unutulmuş Bir Sosyalist: Esat Adil’den öğrendiğimize göre, cezaevi müdürlüğü yıllarında suçluları cezalandırmanın değil, onları ıslah etmenin yollarını arayan bir kişiliğe sahiptir Esat Adil. Üstelik cezaevindeki mahkumları üretime dahil ederek, onların kendi yiyeceklerini yetiştirmelerine de imkan sağlamış. Mahkumları belirli aralıklarla ev izinlerine çıkarıyor; hatta katilleri bile evlerine yollayıp kalan cezalarını daha sonra çekmelerini sağlıyor. Bu yüzden cezaevinde kendisine ‘baba’ lakabı takıldığı rivayet edilir. Esat Adil hakkındaki bir diğer ilginç bilgi de, 2. Dünya Savaşı’nın sürdüğü sıralarda, cezaevinde tutuklu bulunan mahkumlara, Mudanya dağlarının eteklerinde gerilla eğitimi vermesidir. Hatta Esat Adil, dönemin Sovyetler Birliği’nden yardım talep etmeye kadar götürür işi. Elbette ki o dönemin devlet yönetimiyle ters düşmesine sebep olan bir durumdur bu. İmralı Cezaevi müdürü olduğu sıralarda Tan gazetesine ‘Adiloğlu’ takma adıyla yazılar yazmaya başlar. Sivri mizacı İsmet İnönü’nün dikkatini çeker ve dönemin Adalet Bakanı Ali Rıza Türel’den ‘Adiloğlu’ lakaplı bu yazarı tespit etmesini ister İnönü. Esat Adil ifşa olunca gazetesinden kovulur ve esas mesleğini yapmaya, avukatlığa geri döner. Sıhhiyeci Şahap bu çok sevdiği müdürü Esat Adil’in kim olduğunu anlatıyor Haydar’a ve biz de hikayenin bir kısmını bu sayede öğreniyoruz. O dönemde yaşanan ayaklanmalar, isyanlar ve hükümetin tavrı da kitabın arka planına ışık tutan önemli ayrıntılar. Bu anlamda kitabın en masum karakterinin Esat Adil olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Haydar Bey, Esat Adil’e yetişememiştir ama yine de ortak bir kaderin içinde buluşacaklardır kitabın sonunda. Bunca hadisenin sonunda geriye ne kalıyor peki? Yani Haydar Bey’den geriye, bizlere kalan bir şeyler olmalı elbette. Bir diğer deyişle Haydar Bey’in geride bıraktığı emanet ne olabilir? Bu son sürprizi de kitabın son cümlesine saklayalım ve siyah poşetin içinde neler olduğunu merakla bekleyelim.
* Bu yazı kısaltılmış olarak, 31 Mart 2015 tarihinde http://www.artfulliving.com.tr adresinde yayınlandı.