Felsefenin eleştirel ve dönüştürücü yapısını edebiyattaki somut gerçeklikle birlikte ele aldığımızda yazma ediminin bütünsel amacı, kuralları veya sınırları daha net ortaya çıkar. Yazının düşünceyle kurduğu bu dolaysız ortaklık, edebiyatın neredeyse tüm verimlerinde karşılaştığımız bir durum. Sanat yapıtlarının temel ödevlerinden biri görünmeyeni –ama hissedileni- görünür ve olağan kılmaksa, şüphesiz ki ifadesini yazı üzerinden kuran eserler bu amaca doğrudan katkı sağlıyor. Bir öykünün, dizenin ya da en yalın haliyle bir söz öbeğinin içinde taşıdığı gizil güç, sahiciliğini ve işlerliğini işte bu düşünme ve üretme pratiğini ortaya çıkarmakla sağlayabilir. Demek ki yazınsal türlerin hemen hepsi düşünce dünyasında bir kanal açma ve kendi gerçekliğini bu akışa dâhil etme çabasıyla var olmuştur. Dünya devirlerini Tarih Öncesi ve Tarih Çağları gibi iki döneme ayırmanın temelinde de yazının icâdı bulunduğuna göre, insanlığın gelişim evrelerini belirleyen en önemli işareti ‘yazının doğuşu’ olarak belirtebiliriz. Felsefi düşüncenin ortaya çıkması söze dayanıyor gibi görünse de, seslerin ve harflerin bir araya gelerek oluşturduğu yazı dili aslında sözü de kapsayan bir anlatım olanağı sunar. ‘Önce söz vardı’ ifadesi bile gerçek gücünü yazıya geçtiği ve kayıt altına alındığı zaman ortaya çıkarmıyor mu?
Felsefenin Eleştirel Yapısı
Ahmet Bozkurt ‘Yazı, Bellek ve Eleştiri’ alt başlığını taşıyan Unutma Zamanı adlı kitabında yazının tarihsel sürecinden hareketle felsefe ve edebî eleştiri, şiir ve deneme, yazı ve teatral temsil başlıklarını irdeliyor ve metinlerarası eleştiriyi yazının imkânları dâhilinde çözümlemeye çalışıyor. ‘Varlığın Silinişi: Eleştiri İçin Parergon’ adlı yazısında felsefe ile edebiyat eleştirisi arasındaki ilişki için şöyle diyor Bozkurt: “Disipliner bir yapı olarak edebiyat eleştirisinin kavramları, felsefeye ait kavramların ve onun estetik yaklaşımının bütünüyle egemen olduğu bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla edebiyat eleştirisinin pek çok teorisyeni Kantçı ve Hegelci estetiği takip etmişlerdir.”
Ahmet Bozkurt’un bu düşüncesinden hareketle edebiyatın ya da edebiyat eleştirisinin aslında felsefeden daha sonra ortaya çıkmadığını, tam tersi, felsefenin sunduğu anlatım olanakları dâhilinde bir eleştiri mekanizmasının oluştuğunu anlamamız mümkün. Burada şöyle bir çelişki ortaya çıkabilir. Eleştiri kavramı kendi mecrasını var olan bir sanat disiplininden hareketle şekillendirdiğine göre, o sanatsal verimden daha sonra ortaya çıkmış olamaz. Bu anlam bulanıklığını netliğe kavuşturmak için, yazının zaten var olduğunu fakat varlığını çeşitlendirmek ve bir fikir zemini üzerine oturtabilmek adına kendi eleştirel düzeneğini yine kendi gerçekliği üzerinden inşâ ettiğini belirtebiliriz. Eleştiri kavramı her ne kadar edebiyatın gelişimine göre yavaş ve kararlı bir aşama katetse de edebiyat ve eleştiriyi, ele aldıkları konuları işleyiş ve yorumlama becerileri bakımından tek bir türün ortak bir iskelet üzerindeki farklı iki kanadı olarak düşünmek mümkün.
Şiir Eleştirisi için Üç Kavşak
Felsefe ile yazı arasındaki bütünsel yapıyı şiir ve şiir eleştirisi kapsamında da ele alıyor Ahmet Bozkurt. Şiir eleştirisi konusunda, yazılan eserin içeriği daha bir önem arz ediyor yazara göre. ‘Türk Şiiri İçin Kavşak Noktaları’ adlı yazısında şiirdeki kırılmaları ve başkalaşımları çeşitli başlıklara ayırarak bir bakıma şiirin yol haritasını da çıkarıyor Ahmet Bozkurt. Bu haritanın ilk durağında ‘İdeolojik Kavşak’ yer alıyor. Tevfik Fikret’in despotizme karşı yükselen sesiyle başlayan bu süreç Mehmet Akif’in İslamî duyarlılığıyla, Nâzım Hikmet’in sosyalist duruşuyla devam eder Bozkurt’a göre. Böylesi bir tanımlama yapmak sanırım şairleri ‘kuşak’lara ayırmaktan daha isabetli bir bakış sağlıyor bize.
‘Eleştirel Kavşak’ adlı bölümde ise şiir ve içerik arasındaki ortak bağıntıya dikkat çekiyor yazar. “Kuşkusuz, şiir eleştirisinin izlediği yolda yazılan şiirin önemli bir payı vardır. Bugün daha çok gelenek ve modernlik arasındaki çapraşık, anakronik ilişkilerden türeyen zamansız, mekânsız ve tarih-dışı bir şiirle karşı karşıyayız… Gerçekliğin yittiği, algının simüle edildiği kaygan bir zeminden başka bir şey sunmuyor bize böylesi bir dünya.”
Özellikle şiir sanatı üzerine konuşacaksak nitelikli bir eleştiriden öte güçlü, kendi sesini ve dinamiğini ortaya koyan bir şiir algısının var olup olmadığını tartışmamız gerekir. Belli başlı isimler üzerinden bu tür oluşumları işaret etmek mümkün. Fakat kendi poetik evrenini inşâ edebilen, yazınsal ölçütlerin sınırlarını esnetip genişletebilen ve kendi sesini çoğaltan bir şiir anlayışının modern edebiyatımızda yer almadığını ne yazık ki itiraf etmek durumundayız. Belli başlı isimler ifadesini Ahmet Bozkurt ‘şahıslar tarihi’ nitelemesi etrafında sorguluyor. Şiir yönelimlerini bir kuşak veya merkez dâhilinde irdelemek şiir sanatına bir katkı sağlamayacağı gibi onu büsbütün daraltmak ve söz’ün sonsuz ifade zenginliğini büyük ölçüde köreltmek anlamına gelir. Yazar şu örnekle ifade ediyor görüşünü: “Bugün bir Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı, bir İlhan Berk’i kendi kuşak dilimleri geçtiği halde kabullenmeyi nasıl bir gerekçeyle açıklayacağız o zaman?”
Kuşak kavramını ve kuşak tanımlamasını sakıncalı ve yanlış bulduğunu “Şimdi’nin Kavşağı” adlı yazısında etraflıca dile getiriyor Bozkurt. Saydığımız şairler elbette ki kendi dönemi içerisinde büyük yankı uyandıran ve şiirin dönüşümü konusunda önemli etkileri olan isimler. Modern şiirimizin yaşadığı en köklü değişimi belki de 80 dönemi şairlerinin ürettiği verimlerde aramak gerek. 1980 İhtilâli sonrasında ortaya konan her edebî metin için bu değişimin kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz.
1980 dönemi öncesinin modern şiirini düşündüğümüzde İsmet Özel, Ataol Behramoğlu, Süreyya Berfe, Can Yücel, Arif Damar gibi isimlerin, yapıtlarındaki ideolojik kaygıyla şiirimizi önemli bir eşiğe taşımayı başardığını belirtebiliriz burada. Tabii bu başarıyı, salt bir ideolojinin bütün teslimiyetiyle şiire sızması ve onu imgesel bir yapıdan sıyırarak aynı zamanda düşünsel bir izleğe taşıması şeklinde düşünmek hatalı olacaktır. Çünkü öncelikle şiirin iç dinamiğini bütün tartımlarıyla ele alan, çoğulcul ve evrensel bir bakış hâkimdir bu şairlerde.
Ahmet Bozkurt “Şimdi’nin Kavşağı’ adlı bölümde kendine farklı kanallar arayan fakat temel yargılarındaki eksiklik nedeniyle bu akışta kaybolan şiir yönelimlerini de ele alıyor. 80’li yılların başından bu yana şiire muhalif bir bakış getirdiği düşüncesiyle kendini var etmeye çalışan ‘Underground’ ve ‘İslamî’ şiir gibi bir yapılanmanın mümkün olamayacağını, içinde bulunduğumuz somut gerçeklik üzerinden ifade ediyor Ahmet Bozkurt. Mevcut toplumsal ve siyasal yaşantımız içerisinde bu konu başlıklarını ortaya çıkaracak köklü bir değişim olmadığı sürece, adına ‘Underground’ veya ‘İslamî’ diyebileceğimiz bir şiirsel yönelim gerçekleşmiyor maalesef. Bu farklılıkları olanaklı kılacak hiçbir yapısal ve toplumsal süreci yaşamayan Türkiye toplumunda, muhalif bir bakış öne süren böyle bir ana akım şiirin olamayacağını altını çizerek belirtiyor yazar.
‘Unutma Zamanı’nda edebiyat hakkındaki düşüncelerini yazı, bellek ve eleştiri odağında ifade eden Ahmet Bozkurt, edebiyata olan bakışını bu başlıklarla işaret ederken edebiyat için eleştiriyi, eleştiri için edebiyatı önemsemeyi asla ihmâl etmiyor.
*Bu yazı, Arka Kapak dergisinin Nisan 2016 tarihli 7. sayısında yayımlandı.